17.04.2018
37. İFF Günlükleri – 10
Love Me Not
Yunan yönetmen Alexandros Avranas, ülkesinin yaşadığı ekonomik krizinde etkisiyle yoldan çıkan insanlığa etkileyici bir bakış atıyor. Avranas, çok tanıdık bir hikâyeden yola çıkarak önce seyircinin algısını tamamen farklı bir noktaya çekiyor. Fakat kısa bir süre sonra mevzunun çok daha farklı olduğunu anlıyoruz. Hem de olabildiğine keskin ve sivri bir dönüşle anlıyoruz. Çok kibar, sevimli, güler yüzlü, anlayışlı insanlarla başladığımız yolculuk bir süre sonra herkesin maskelerinden arındığı bir duruma evriliyor. İnsanlığın maskelerinin ardına bile saklanma gereği duymadığı, ahlaksız, çıkarcı ilişkilerin alıp başını gittiği zamanlar yaşanmaktadır çünkü artık. Avranas, tüm bunları yaparken sanki çok normal bir şeyi perdeye aktarıyormuşçasına da bir üslup tercih ediyor. Bu da seyirciyi daha da rahatsız etmek de fazlasıyla etkileyici oluyor. Gerçeklerle yüzleşmek sinirlerinizi bozmayacaksa, yüzlerinize çarpacak tokatın acısına dayanabilecekseniz Love Me Not’ı izlemeniz gerek.
Tuba BÜDÜŞ
Sofra Sırları
Sofra Sırları, öncelikle başrolünde yer alan Demet Evgar ile perdede devleşen bir film. Ünal’ın yıllar önce İngiltere’de yaşarken kaleme aldığı ve orada çekmek istediği film, ufak tefek değişikliklerle ülkemizde, küçük bir kıyı kasabasında çekiliyor. Üstelik Ünal yine filmografisindeki diğer filmlerde olduğu gibi yerli sinemamızda örneği pek de fazla örneği olmayan bir tür ile bizleri buluşturuyor: Bir kara komedi olarak tarif edebileceğimiz Sofra Sırları, monoton bir evlilik yaşayan Neslihan’ın büyük uyanışına şahit ediyor bizleri.
Kocası tarafından görülmeyen, küçük taşra kasabasında kısılıp kalan Neslihan, televizyonda izlediği yemek programlarındaki renkli dünyalar ile kendi kasvetli dünyasını buluşturuyor. Mutfakta gün boyu yemek yapan Neslihan, bir anda seri katile dönüşerek güçlü bir kadın karaktere dönüşüyor. Her filminde kadınlara oldukça olumlu bir yerden bakan Ünal, oldukça sağlam bir feminist damardan besleniyor bu kez. Aynı zamanda her ne kadar kara mizah olarak tanımlansa da Sofra Sırları, birçok türe göz kırpan bir yapıya sahip. Kara mizah, polisiye ve yolu mutfaktan geçen filmlerden biri olarak da görebiliriz filmi.
Büyük bir kısmı Neslihan’ın kısılıp kaldığı evde geçen film, evin dışındaki çekimlerde de o kasvetli havasından kurtulamıyor. Zira Ünal’ın seçtiği kıyı kasabası olan Trilye’nin yapısı da çıkışsız bir noktayı temsil ediyor adeta. Karlar altındaki dış çekimler, evin içi kadar boğucu, çıkışsız bir yapıya sahip. Bir kadının toplum tarafından hapsedilmek istenildiği mutfaktan güç alarak uyanışı ve kendiyle birlikte başka kadınları da özgürleştirmesini perdeye yansıtan Sofra Sırları, Ünal’ın sinemasına olan inancı daha da sağlamlaştırıyor.
Tuba BÜDÜŞ
Ümit Ünal’ın yönetmenliğini yaptığı Sofra Sırları, gerek oyuncu kadrosuyla gerek yönetmeninin adıyla gerekse de konusuyla yılın öne çıkan yerli yapımlarından. İstanbul Film Festivali’nin sonlarına yaklaşırken tekrar perdede izleme fırsatı bulduğumuz film, bir ev kadının işlediği cinayetleri konu alması açısından “polisiye” olarak nitelense de, yönetmenin de belirttiği gibi, daha çok bir karakter filmi. Demet Evgar’ın ustalıkla altından kalktığı Neslihan karakterinin mutfakla olan bağı ve hayal dünyasında yarattığı “kendisinin” üzerine kurulan anlatı, Türkiye’de kara mizahın en iyi kullanıldığı yapımlardan biri. Sürekli pişirmeye ve özellikle de yedirmeye odaklı bir hayat süren Neslihan aslında robotikleşmiş Türk ev kadınını neredeyse bire bir yansıtıyor. Artık karnını doyuracağı bir kocası olmayacağı fikriyle yüzleştiği günse, içimizin yağlarını erite erite, intikamını alıyor. Fakat işin içine giren “başka kadın” ve “para” mevzusu cinayetlerin bir şekilde devamını getiriyor. Genelde iç mekanlarda geçen sahneler, çok mükemmel şekilde çekilmemiş olsa da tatmin ediciliğini koruyor ve yer yer bizi şaşırtıyor. Yan karakterlerin de desteğiyle iyice güçlenen film, kısacası, kendini keyifle izletmesini iyi biliyor.
Esma AKALIN
Stalker
Stalker, Tarkovski’nin sinema hayatı boyunca yaşadığı en büyük talihsizlikleri sarar başına. Radyasyonlu bir bölgede çekim yapıldığından dolayı kendisinin ve karısının da içerisinde olduğu ekibin hepsinin yavaş yavaş kanserden öldüğü inkâr edilemeyecek bir gerçek artık. Peki, filmin çekiminin tamamlanmasından sonra tüm filmin yanması ve tekrar baştan sona filmin çekilmesi? İnanılır gibi değil değil mi?
Tarkovski’nin imgelerini ve hikâyesini büyük bir detaycılıkla kurduğu bu film elbette çok farklı okumalara gebe olabilir. Lakin tüm imgelerin bir metafor tüm hikâyenin de bir alegori olduğu gerçeği pek değişmez olmalı. İz sürücü önderliğinde bilim adamı ve şairin birlikte zone’a yani bölgeye yaptıkları ve böylece her birinin kendi iç dünyasına yaptığı yolculukta her şey bir süre sonra yerli yerine oturur. Bölgedeki ulaşılmak istenen odayı Tanrı, iz sürücüyü peygamber, köpeği melek, şairi duygu, bilim adamını akıl olarak görmek gerek. Bu uzun ve zorlu yoldan ulaşılması gereken odaya ulaşmak da onunla yüzleşmekte zor ve meşakkatlidir. Bu nedenle karakterlerden hiçbiri bu yolculuğun son aşamasını yapamadığı için ne biz ne de onlar tatmine ulaşır. Zaten Tarkovski’nin yapmayı arzuladığı da bu değil midir hep? Seyircisini ruhani olarak tatmine götüren değil, onların kafalarını karıştıran, sorgulamaya başlamalarını amaçlar hep.
Dünya ile ahiret arasındaki bu yolculuğun maneviyatının güçlü olması sizi rahatsız etmeyecekse telaşa gerek yok. Zira Tarkovski’nin pek zorlamayan filmlerinden Stalker.
Tuba BÜDÜŞ
As Boas Maneiras / Görgü Kuralları
Uluslararası yarışma filmlerinden Görgü Kuralları, iki bölüm olarak düşünülebilecek bir yapıya sahip. Her şeyin bilinmezlik üzerinden seyirciyi gerdiği aynı zamanda kadın dayanışmasını, aşkı, yalnızlığı da ustalıkla perdeye yansıtan filmin ikinci bölümü ise şiddetin yükseldiği bir seyir izliyor. Birçok türe selam gönderen film, özellikle korku filminin alt türlerinden çokça beslenmekte. Tabii tüm bunların yanında aşk ve dram türlerine de göz kırpmaktan geri kalmıyor. Birbirinden güç alan iki kadının dayanışmasıyla başlayan film, bir kadın ve bir çocuğun hayatta kalabilme mücadelesiyle devam ediyor. Zamanla kesinlikle külte dönüşecek olan bu inanılmaz deneyim annelik, aşk, aile, arkadaşlık ve daha nicesine de getirdiği naif yorumlarla hem de korku türünün çok da üretmediği bir alanı tercih etmesiyle fark yaratıyor.
Tuba BÜDÜŞ
Tuzdan Kaide
Kurduğu Fol Sinema ile ülkemizde deneysel sinema ile ilgili açığı kapatan ve birçok festivalde gösterim şansı bulan deneysel sinema örneklerine küratörlük yapan Burak Çevik’in ilk filminin de deneysel olması elbette şaşırtıcı değil. Lakin Çevik’in ilk filmi Tuzdan Kaide’nin zaman ve mekân algısını ters- düz eden, bir varmış bir yokmuş zamanlarının yaşandığı bir evrende geçen hikâyesinin çarpıcılığı konusunda bir nebze şaşırmamak elde değil. Zira Çevik, bugüne kadar hem izleyip hem de izlettirdiği birçok deneysel sinema örneğinden yer yer daha da etkileyici bir yapı kuruyor filminde. Tamamen kadınların yaşadığı, her türlü mesleğin kadınlar tarafından yürütüldüğü, virane yapıların, mağara benzeri yerlerin mekân olduğu, boğazın kayıkla geçildiği, aynı rüyanın dilden dile anlatıldığı zamanlar yaşanır. Her şeyin bir nevi öldüğü bu evrende hayata yeni bir can getirecek olan kadının yaşadığı mağarasından çıkarak izini kaybettiği kız kardeşini araması onu başka başka kadınlarla tanıştırır. Yemyeşil bir atmosferde, sabit kamerası, simgeler üzerinden ayrılan epizotları ile masalsı ama bir o kadar da ürkütücü yapısıyla tanımlanabilecek bir film Tuzdan Kaide. Sinemamızda daha önce denenmiş Karanlık Sular, Tekerleme gibi yapımlarla birlikte anılabilecek ama bu yapımları birçok açıdan da öteye taşıyan Tuzdan Kaide, yerli sinemamız adına çok sevindirici bir kazanım.
Kelebekler
Tolga Karaçelik’in merakla beklenen son filmi Kelebekler, Amerikan bağımsız sinemasının ve eğlenceli yol hikâyelerinin matematiğini uyguluyor. Geçmişle olan hesaplaşmalara da yer veren yönetmen, Sarmaşık sonrası çok tatmin etmese de eğlenceli bir yapıma imza atıyor. Aile bağlarının da masaya yatırıldığı yapım hem oldukça ayartıcı hem de bir o kadar klişe barındırıyor.
Onur KIRŞAVOĞLU
Körfez
Körfez, karakter oluşumu ve hikâyenin başlangıç safhasındaki güzelliği filmin ikinci yarısına taşıyamıyor ve vasat bir finalle son buluyor. İçselleştirme konusunda da yine başta elde edilen o bağ sonlara doğru gücünü yitiriyor ve konsantrasyon büyük oranda kayboluyor ve hatta büyük bir dağılma yaşıyor. Haliyle de sonuç hanesine olumlu az şey bırakıyor.
Onur KIRŞAVOĞLU
Katil Marlina
“Marlina the Killer in Four Chapters”, adı üzerinde bir “cinayet öyküsünü” dört farklı bölümde anlatıyor. Film için feminist bir western tabiri çok kullanılsa da, bana göre, feminizm bilinciyle çekilmiş bir yapım değil. Zira ana karakter(Marlina) başına gelen trajediden tamamen kişisel bir intikam filmi yaratıyor, dolayısıyla karakterin taze acıları hesaba katılırsa hareketlerinin altında belli bir ideoloji aramak pek de duruma uymuyor. Filmle ilgili izleyici olarak yaşadığımız en önemli problemse aşina olduğumuz kültürlerden çok farklı bir coğrafyaya ait olması, bu da bazı ögeleri anlamamamıza ya da garipsememize sebep oluyor. Elbette bu kurgunun değil bizlerin eksikliği olsa da eleştiri noktasında tıkanıyoruz; anlatının yer yer kusurlu olup olmadığına karar veremiyoruz. Bunların dışında sanırım Katil Marlina’nın en etkileyici ve başarılı yönü, sinematografisi. Endonezya kırsalının kameraya yansıması ve geniş açılı çekimler doğanın güzelliği de hesaba katılınca mükemmel bir görsel şölene dönüşüyor perdede. Üstelik, yönetmenin sinematografi konusundaki başarısı aynı mükemmellikle kaydettiği kısıtlı iç mekan sahnelerinde de kendini gösteriyor. Özellikle, filmle ilgili ikonik olan -aynı zamanda filmi western kategorisine sokan- at üzerinde yolculuk sahnesinde dalgalanan/bulanıklaşan görüntü bahsetmeden geçilemeyecek güzel bir detay.
The Home
The Home filmi bir ölüm üzerinden hem başarılı bir tek mekân filmi, hem de sıkmayan bir diyalog yoğunluğu yaşatıyor. Ahlaki açıdan yön verdiği manevraları da başarıyla uygulayınca festivalin güzel sürprizlerinden biri olarak hafızalara kazınıyor. Temposunu bir an bile kaybetmeyen, bu kısıtlı konudan batmayan sürpriz son bile çıkarmayı başaran film güzel bir puanla alkışı hak ediyor.
Onur KIRŞAVOĞLU
Aydede
Aydede filmi çocuklar üzerinden hayal dünyasına yol almaya çalışırken, bir yandan da hayatın zorluklarını aile bağları üzerinden anlatıyor. Bunu yaparken hikâyesini çok basit ve derinliksiz kuruyor. Çocukların performansına çok yüklenirken inandırıcılık sorununu fazlasıyla hissettiriyor. Ezgi Mola farklı bir rolde başarılı ama filmi başarılı kılmaya yetmiyor.