10.04.2018
37. İFF Günlükleri – 3
Madeline ‘s Madeline
Josephine Decker’ın üçüncü uzun metrajı Madeline‘s Madeline, on yedi yaşındaki sıra dışı bir genç kızın büyüme hikâyesi. Lakin Madeline’in bu büyüme hikâyesinin çok minik bir parçasına denk geliyoruz. Zira Madeline için sancılı dönem bizden önce başlamış ve aslında büyük oranda sakinleşmiş bir şekilde devam etmektedir. Madeline, uzun bir tedavi süresinden sonra kendine yeni bir hayat kurmaya çalışır: hayalindeki okullara başvurur, ilaçlarını kullanır, bir tiyatro grubuna devam eder vs vs… Yalnız Madeline, büyüme sancıları ile hiç öğrenemeyeceğimiz geçmişinin girdaplarıyla baş etmeyi henüz öğrenememiş, bu büyük yükün altından ise eşsiz yeteneği sayesinde gelmeye çalışmaktadır. Tanıdığı herkesi adeta bir matruşka gibi içinden çıkarıp sahnede can verecek kadar yetenekli, aynı zamanda da her an bir şey olacak diye düşündürecek kadar da insanı geren, sinir bozucu biri Madeline. Sahnede psikolojik sorunları olan bir kadını canlandıran Madeline, aslında bir nevi kendisine hayat verir sahnede. Zira Madeline de aynı dertlerden muzdariptir. Hiperaktif kamerası, buğulu ve kesik kesik görüntüleri ile de baş döndüren film, neredeyse susmayan müzikleriyle de seyirciyi atmosferine kaptırmayı başarıyor. Filmdeki kadınların hepsinin çok başarılı olduğunu belirtmekle birlikte Helena Howard’ın dudak uçuklatan performansı karşısında şapka çıkarmak gerek.
Tuba BÜDÜŞ
Domuz
Sektöre düşman bir seri katilin sırasıyla tüm yönetmenleri öldürdüğü kara komedi Domuz’da ana kahramanımız film çekme yasağı bulunan aykırı yönetmen Hasan. Bir yandan üzerine yapışan katil zanlısı şüphesinden sıyrılmaya çalışan Hasan içten içe de seri katilin neden onun peşine düşmediğini merak edip kendine yediremiyor. İran’daki sinema yapısına, günümüz sosyal medya etkisine ve dünyadaki tüm yasaklara değinen Domuz, vasat bir kara komedi olmasına rağmen İran filmlerinde pek göremediğimiz aykırı tarzıyla şans verilmeyi hak ediyor.
İbrahim TOSYALI
Hikâyesi tahmin edilebilir olsa da kanımca İran sinemasından çıkan bu absürt komediyi izlemek lazım. Hem farklı bir ülke sinemasından farklı bir deneyim hem de sinema ile ilgili kurduğu dünyanın fazlasıyla tanıdık olmasından dolayı Domuz ilgiyle izlenebilecek, yer yer de kahkaha attıracak bir trajik komedi aslında. Fazlasıyla tanıdık olması bir türlü sektör haline gelemeyen ve çalışma şartları ile ilgili çok fazla sıkıntı barındıran bir çalışma alanının altını çizmesinden kaynaklanıyor. Hatta bir yönetmenin “yasaklı” olmasının artık çok anlaşılabilir olmasından… Bunların dışında çok keskin eleştiri okları da fırlatan Domuz’un ne yazık ki sarkan yönleri filmin değerini biraz aşağılara çekiyor. Ancak yine de izlenmeli, eğlenirken de düşünmeli…
Seçil TOPRAK
Arabesk
Ülkemizin ilk absürd komedi filmlerinden biri olan Arabesk, Ertem Eğilmez’in hasta yatağından tamamladığı filmidir. Eğilmez, bu filmle Yeşilçam döneminin devamında gelen arabesk film kültürünün zavallılığını gözler önüne sermiştir. Ülkenin içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumuna, kültürel yapısına uyumlu bir şekilde doğan arabesk müzik, devamında arabesk filmi de getirmiş, yetmişli yıllar arabesk tarafından esir alınmıştır. Fakat zamanla aynı senaryo üzerinde dönüp duran, sinemasal anlamda hiçbir değeri olmayan, klişelerle örülmüş bu filmler, birbirinin tıpatıp aynı olmaya başlayınca Ertem Eğilmez, bu dönemin sonunun gelmesi gerektiğini Arabesk ile haykırmıştır. Zira asla arabesk furyasına kapılmayan her zaman nitelikli komedinin ustalarından olan Eğilmez’in biriken çöp yığınına artık bir dur demesi kaçınılmaz olmuştur. Zaten Eğilmez, zamanlama konusunda ne kadar isabetli olduğunu; film yerli sinema tarihinin en yüksek hâsılatına ulaşınca anlar. Seyirci de yıllarca salonlara giderek niteliksiz filmleri izlediği için kendiyle dalga geçmiştir belki de Arabesk ile. Tüm arabesk filmlerin adeta bir kolâjından oluşan film, Şener Şen ve Müjde Ar gibi duayenlerin ve birçok başarılı oyuncunun omuzlarında yükselen bir yapım aynı zamanda. Oyunculuklarıyla kendilerine zaten hayran bırakan bu ikilinin tüm şarkıları kusursuzca seslendirmeleri ise ayrıca bir mutluluk kaynağı. Hiç susmayan müzikleriyle bir müzikal film olarak da kabul edilebilecek Arabesk, eleştirdiği filmlerin yanında birçok filme ya da karaktere selam da gönderir aynı zamanda.
Tuba BÜDÜŞ
Transit
Christian Petzold, adeta alamet-i farikası olan İkinci Dünya Savaşı öykülerine bir yenisini daha ekledi Transit ile. Anna Seghers’in 1942 tarihli romanından uyarlanan Transit, Nazi işgalinden kaçan Georg adında bir adamın, elinde evrakları bulunan, ölmüş bir yazarın kimliğini üstlenmesini anlatıyor kısaca.Petzold, bu girişten sonra kimlik, kimliksizlik ve kaçış üzerine zamansız bir hikâye anlatmaya başlıyor. 1940’ları esas alan hikâye, günümüz mekânlarında birleşip bir “zamansızlık” etkisi yaratıyor izleyicide. Bu zamansızlık, öyküyü tüm zamanların anlatısı haline getiriyor. Petzold’un bu anlatımı ile kendi filmografisi içinde ayrıksı bir üslûp örneği olan filmini kaçırmayın.
Seçil TOPRAK
Severina
Bir kitapçıyla kitap hırsızı arasında filizlenen enteresan ilişkiyle açılan film belli bir bölümünün ardından Latin sinemasının gizem, polisiye sevdasının kurbanı oluyor ve bambaşka bir yola sapıyor. Bölümlere ayrılan Severina’da bazı bölümler edebiyat ve aşka dair güzel sekanslar içerse de toplama baktığımızda vasat ve türünü belirleyememiş bir film olmaktan öteye gidemiyor.
İbrahim TOSYALI
Skammen
Ülkede çıkan savaş nedeniyle gözlerden uzak bir adaya yerleşerek suya sabuna dokunmadan mütevazı bir hayat sürdüren Jan ile Eva kendilerince savaştan izole olmaya çalışmışlardır. Müzisyen olan fakat savaş nedeniyle orkestraları dağılan çiftimiz, oldukça apolitik bir çizgidedirler. Savaşın tüm yıkımıyla devam ettiği bir süreçte taraf olmamayı seçmeleri bir yana aynı zamanda haber aldıkları tek kaynak radyoyu bile tamir etmek istemez, her şeye kulaklarını tıkamayı tercih ederler. İşte Bergman bu noktada bile yarattığı karakterlerden ve temsil ettikleri insanlıktan duyduğu utancı dile getirir. Kaldı ki savaşın adaya kadar sıçraması sonrasında her şeyin zıvanadan çıkması ve çiftimizin insani değerlerini kaybederek vahşileşmesi tüyler ürperticidir. Eli keman tutan eller silah tutmaya, hiçbir canlıya kıyamayan karakterimiz Jan’ın gözünü kırpmadan cinayetler işlemesine, aradaki sevginin kaybolmasına rağmen menfaat ilişkilerinin devam etmesine, gerektiğinde üç maymunun oynanmasına kadar neler neler… Bergman’ın insanlığa dair en ağır konuştuğu filmlerden dir bu nedenlerle Skammen.
Tuba BÜDÜŞ
24 Kare
24 Kare, yakın zamanda kaybettiğimiz Abbas Kiarostami’nin son filmi olarak sinemada izlemeyi kaçırmak istemeyeceğimiz bir eser. Her biri tek kare/sahneden oluşan 24 tane farklı kısa çalışmanın bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş film, adını da buradan alıyor. Doğa tasvirlerinin usta yönetmenin elinde “tablolaştırıldığı” bu bölümler, sıklıkla kuşları ve bazen inek ve köpekleri; seyrek de olsa insanları; sahile vuran dalgaları mütemadiyen karla kaplayarak ve kimi zaman pencerelerin/çitlerin ardında özgürleştirerek gösteriyor bizlere. 4,5 dakika boyunca bir fotoğrafa/tabloya baktığınız oldu mu? Kiarostami bunu yaptırıyor işte seyircisine. Üstelik “kareleri” gerçek ortam sesleriyle ve kimi zaman şahane müziklerle süsleyerek pastoral bir dinleti yaratıyor
Esma AKALIN
Det sjunde inseglet
Bergman, aslında bu filmi tamamen kendi sorularını dillendirmek, kendi sancılarına derman aramak için yapar. Zira Bergman’ın temsilinin filmdeki başkarakter Antonius Block olduğu su götürmez bir gerçek. Dindar bir ailede büyüyen ama her daim sorgulamaktan vazgeçmeyen Bergman’ın ne büyük bir paradoks içinde yaşadığı ise görülmeyecek gibi değil. İnançlı olan Jof’u ve ailesini ne kadar mutlu çizdiği ve onları kendisiyle birlikte ölümün pençesine bırakmaktan kurtardığı gözlerden kaçmamalı. Bergman, sorgulamak gibi bir derdin bile içine asla düşmeyen insanların ne kadar huzurlu olduğunu dile getiriyor. Bergman’ın yine yüzlere yakından odaklanmaktan kendini alamadığı, metaforlara sık sık başvurduğu, sürekli seyirciye sorular sormayı amaçladığı bu filmde yine hiçbir soruyu kendisinin yanıtlamadığını da unutmayalım. Bergman, heybesini açık tutan seyirciye taşıyacağından fazla soru yükler. Öyle ki ister ki onun yaşadığı sıkıntılara biz de gark olalım. Biz de sormaktan, düşünmekten vazgeçmeyelim ister. Bergman’ın belki de kendisini seyirciye en çok açtığı, acısını paylaştığı filmidir Det sjunde inseglet.
Tuba BÜDÜŞ