03.04.2024

43. İstanbul Film Festivali’nden 10 Film Önerisi

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından düzenlenen Türkiye’nin en büyük sinema etkinliği İstanbul Film Festivali, 17-28 Nisan 2024 tarihleri arasında 43. kez sinemaseverlerle buluşmaya hazırlanıyor. İstanbul için ilkbaharın habercisi olan ve bu yıl N Kolay’ın festival sponsorluğunu üstlendiği etkinlik, bu yıl da bizler için Türkiye ve dünya sinemasından nitelikli ve ödüllü filmleri, özel gösterimleri, yıldız oyuncuları ve usta yönetmenleri İstanbul’a getirecek. 12 gün boyunca 132 uzun ve 12 kısa metraj olmak üzere toplam 144 filmin sinemaseverlerle buluşacağı festivalin programı geçtiğimiz günlerde açıklandı. Bilet satışına günler kala program oluşturmak da festivalin en eğlenceli fakat bir o kadar zor noktalarından biri hiç kuşku yok ki. Onlarca film içinden seçim yapmakta zorlananlar için hazırladığım 10 filmlik bu listeyle festivalin gözden kaçmaması gereken yapımlarını sıraladım. Şimdiden bol film izlemeli ve her bir hikayenin içinde başka dünyalarda kaybolacağımız güzel festivaller diliyorum.

Pet Shop Days

Bu yılki festivalin farklı coğrafyalardan yapımları buluşturan Uluslararası Yarışma’sında yer alan Pet Shop Days, öneri listemin ilk sırasında yer alıyor. Prömiyerini Venedik Film Festivali’nin Ufuklar Extra bölümünde yapan ve Michel Franco ile Martin Scorsese’nin yürütücü yapımcılarından biri de olduğu film, iki bohem delikanlının New York’ta fesatlık, türlü belalar ve ölümcül aile sorunlarıyla bezeli büyüme hikâyelerini anlatıyor. Julian Schnabel’in oğlu Olmo Schnabel’in adrenalin dolu, şaşırtıcı ve sarsıcı bu ilk filmde Peter Sarsgaard ile Maribel Verdu da oyuncu kadrosunda yer alırken 16 mm filme çekilmenin grenli estetiğiyle bir yandan 1990’ların bağımsız sinemasını bir yandan Andy Warhol ya da Larry Clark’ı anımsatıyor.

Bir İstanbul Üçlemesi: Meze-Müzik-Muhabbet

Festivalin N Kolay Galaları bölümündeki her film izleme listesine alınabilecek kadar göz alıcı fakat öneri listeme aldığım ve daha önce izleyip gözüm kapalı önerebileceğim yapım, usta yönetmen Ferzan Özpetek’in İstanbul’a ve ülkemiz gastronomisine sevdasını anlattığı üç kısa filmden oluşup geçtiğimiz yıl Netflix İtalya’da yayınlanan yeni projesi Bir İstanbul Üçlemesi: Meze-Müzik-Muhabbet. Yaşamını İtalya’da sürdürmesine karşın Türkiye ile bağını hep güçlü bir şekilde koruyan ve “Kalbim iki şehir için atar: Roma ve İstanbul” diyen Özpetek’in Yeni Rakı’nın da yapımına destek verdiği yeni projesi; hayatı paylaşan, neşelenen ya da hüzünlenen güzel insanların bir araya geldiği rakı sofralarının zengin ve köklü geleneğini İstanbul’un eşsiz güzelliğiyle işliyor. Üçlemenin birbirinden bağımsız olan ilk kısa filmi olan Meze’nin başrollerini Ahsen Eroğlu, Serra Yılmaz, Ayta Sözeri, Aslı İnandık paylaşırken Müzik’in başrollerinde Burak Yamantürk ve Yiğit Kirazcı yer alıyor. Muhabbet’in başrolünü ise Kubilay Aka üstleniyor. “Evde annemle babamın kurduğu rakı sofralarında, o masa etrafında süren sohbetlerde, gülen ağlayan, neşelenen hüzünlenen, hayatı paylaşan güzel insanlara tanıklık ettim hep. Bu nedenle bu zengin ve köklü sofra kültürünü dünyaya anlatmak istedim” diyen Özpetek, senaryosunu da kendisinin yazdığı üçlemede, İstanbul’un benzersiz güzelliğini ve sofralardaki lezzet zenginliğini seyirciyle buluşturuyor.

Cottontail

Öneri listemin üçüncü filmi, festivalin Dünya Festivallerinden bölümünde yer alan İngiltere-Japonya ortak yapımı Cottontail. İngiliz-İrlandalı yönetmen Patrick Dickinson’ın uçsuz bucaksız taşraya, insanlığa ve aile bağlarına odaklanan ilk uzun metrajında sevgi, kabullenme ve ailedeki kayıpların evrensel bir portresini çiziyor. Eşi Akiko’nun ölümünden sonra Kenzaburo ile yetişkin oğlu Toshi, neredeyse öbür dünyadan saydıkları bir mektup alırlar. Akiko, eşinden ve oğlundan küllerini çocukken en çok sevdiği yere, İngiltere’deki Windermere Gölü’ne serpmelerini istemektedir. Bu beklenmedik talep karşısında şaşıran iki adam, Akiko’nun son arzusunu yerine getirmek için Tokyo’dan İngiltere’ye giderler. Ancak Kenzaburo’nun yolculuğu tüm ailesinden zorlu olacaktır.

Wadaean Julia (Elveda Julia)

Festivalin geleneksel bölümlerinden biri olan ve bu yıl üçüncü kez yarışmalı olarak yapılacak Genç Ustalar’dan öneri listeme aldığım film ise Cannes Film Festivali’ne seçilen ilk Sudan filmi ve ülkesinin bugüne kadarki ilk Oscar adayı olan Wadaean Julia. Sinema eğitimi görmeyen Mohamed Kordofani’nin bu ilk uzun metrajı, kaderleri aynı çatı altında kesişen iki kadının hikâyesini anlatıyor. Bir cinayeti örtbas ettiği için vicdan azabından kıvranan, bir zamanların meşhur şarkıcısı Mona, öldürülen adamın olanların içyüzünden habersiz dul eşi Julia ile oğlunu yardım için evine alır. Biri kuzey biri güney Sudanlı iki kadın, yaklaşan savaşın gölgesinde çaresiz, beklenmedik bir dostluğa bir kapı aralar. Yas, kimlik, suçluluk ve ırkçılığa dair incelikli bir düşünme alanı açan film, yalnızca sınırlarla değil toplumsal uçurumlarla da bölünmüş Sudan halkının günlük yaşamına ve ruh haline ışık tutuyor.

Boléro

Festivalde bu yıl yeniden kavuştuğumuz Musikişinas bölümünde gördüğüm ilk anda kendi izleme listeme de aldığım Boléro, özellikle önerdiğim bir film. Derler ki, bugün hâlâ dünyada her 15 dakikada bir Maurice Ravel’in o eşsiz eseri Boléro çalınırmış. Paris, Kükreyen 20’ler, 20. yüzyıl’ın altın çağı… Koreograf Ida Rubinstein, planladığı yeni bale gösterisinin müziğini bestelemesi için Maurice Ravel’i seçer. Cesur ve ihtiras dolu bir şey ister Rubinstein, “Şehvetli! Büyüleyici! Erotik!” diye tarif eder arzusunu. Fransa’nın yaşayan en saygın bestecisi olarak tanınan ve kabul gören Ravel, bu siparişe rağmen yeni bir şey yazamadığını dehşetle fark eder. Anılarını yeniden yaşayan, eski aşkları ve başarısızlıklarıyla, yakın dostluklarıyla, Birinci Dünya Savaşı sırasındaki askerliğiyle yüzleşen besteci, anılar denizindeki yolculuğundan en büyük başarısı olan meşhur Boléro’yla dönecektir. Anne Fontaine’in zekice beyazperdeye dökülen ve Rotterdam Film Festivali’nde prömiyer yapan bu yeni biyografi filmi, ünlü moda tasarımcısı hakkında çektiği 2019 tarihli Coco avant Chanel kadar renkli ve tutku dolu. Filmi izlemeden önce bu harika eserle kendini hazır etmek isteyenler favorim olan bu kaydı dinleyebilir.

Late Night with the Devil (Şeytanla Bir Gece)

Festivalin kendi adıma olmazsa olmazlarından biri de Mayınlı Bölge seçkisinden her yıl en az bir film izleyip önermektir. Bu bölümden listeme aldığım film ise dünya prömiyerini SXSW Film Festivali’nde yapan ve korku kralı Stephen King’in attığı tweet ile “resmen şahane, gözümü ayıramadım” sözleriyle övdüğü Late Night with the Devil. Avustralyalı yönetmen kardeşler Cameron ve Colin Cairnes’in bu yeni filmi, buluntu film korku türüne taze ve şeytani bir soluk getiriyor. 1970’lerin talk show programı Gece Kuşları’nın karizmatik sunucusu Jack Delroy, düşen reytingleri yükseltmek için bir Cadılar Bayramı özel programı çekmektedir. Karanlık bilimleri konu alan bu özel bölümün konukları, bir parapsikolog ve yazdığı son kitabının konu aldığı, şeytana tapan bir tarikatın toplu intiharından tek hayatta kalan, genç bir kızdır. Delroy’un bu iki konukla röportajı televizyonda canlı yayımlanmaktadır. Stüdyoda kendini belli eden şeytani varlık yüzünden tabii ki işler kısa sürede korkunç bir şekilde ters gitmeye başlar. Hızlı tempolu, korkutucu ve gayet ürpertici olan bu filmi korku sineması hayranlarının kaçırmamanızı öneririm.

Riverboom

Kimi zaman boğucu kimi zaman bunaltıcı ve sıkıcı filmlerle de karşılaştığımız festivalin yorucu temposu içinde bir küçük mola verme imkanı veren Antidepresan bölümünden bu yıl listeme aldığım film, Claude Baechtold imzalı Riverboom. Üç genç muhabir gözlerini karartıp, Afganistan’daki savaş daha sürerken, hayatlarını sonsuza dek değiştirecek olağanüstü bir yolculuk için arabaya binip yola çıkar. Ahlakçı ve işkolik gazeteci Serge; şuursuz olduğu kadar fıkır fıkır fotoğrafçı Paolo ve kendini sinemacı sayan İsviçreli korkak tipograf Claude. Anti-militarist Claude, 11 Eylül terör saldırılarından daha bir yıl geçmeden, sağduyusuna hiç kulak vermez ve yanına bu iki cesur muhabiri katıp Afganistan’ı boydan boya geçmeye karar verir. Claude, Serge ve Paolo kendilerini, Kabil’de pazardan satın aldıkları bir video kamerayla, iki ay boyunca riskli ve niyetleri bu olmasa da komik bir yolculukta bulacaklardır.

Rien à perdre (Gözü Kara)

Güçlü kadın hikayelerini bizlerle buluşturan festivalin Çiçek İstemez bölümünden öne çıkan filmlerden biri olan Delphine Deloget imzalı Rien à perdre, öneri listemin sekizinci sırasındaki yapım. Deloget’nin ilk uzun metrajı olan ve Cannes’da Belirli Bir Bakış seçkisinde gösterilip projelerini beğeniyle takip ettiğimiz Virginie Efira’nın güçlü performansıyla övgü toplayan filmde çocuklarına tek başına bakan Sylvie ile oğullarının hikayesine ortak olacağız. Sylvie işe gittiğinde yalnız kalan çocuklarından biri yaralanır, sonra da yetkililer devreye girer ve küçük oğlan koruyucu aileye verilir. Sylvie oğlunu geri almak için hem sistemin kurumlarında hem de mahkemelerde mücadelesini sürdürmeye kararlıdır. Hem mantığa hem de duygulara hitap eden film, ahlaki bir iddia ya da yargıdan kaçınıyor.

Magyarázat mindenre (Her Şeyin Açıklaması)

2024 Türk-Macar Kültür Yılı vesilesiyle tasarlanan Macar Rapsodileri bölümü, 1966’dan 2023 yılına dek 12 uzun ve bir kısa metrajla dikkat çekerken seçkiden listeme aldığım film ise Gábor Reisz’ın Venedik Film Festivali’nde ödüllendirilen son filmi Magyarázat mindenre. Kutuplaşmış bir toplumda en saçma durumlar bile siyasal bir silaha dönüşebildiğini anlatan film, Macaristan’daki son derece politik ve güncel bir çatışmadan yola çıkarak benzer bir durumu ele alıyor. Budapeşte’de yaz mevsimidir. Liseli Abel yıl sonu sınavlarına odaklanmaya çalışırken en yakın arkadaşı Janka’ya umarsızca âşık olduğunu fark eder. Çalışkan Janka kendince, evli tarih öğretmeni Jakab’a vurulmuştur. Jakab ise Abel’in muhafazakâr babasıyla kavgalıdır. Abel’in girdiği tarih sınavı, öğretmenleriyle atışmasının ardından duyulunca önemsiz gibi görünen bu tartışma tüm ülkeyi sarsan bir skandala dönüşecektir. “Bence normal, insani iletişim durursa, hiç kimse kendini geliştiremez. Sonuçta yaşanabilir bir toplumun temellerinden biridir bu” diyor yönetmen Reisz.

After Hours (Geç Saatler)

Öneri listemi festivalin sinefiller için adeta hazine niteliğindeki Cinemania bölümünden büyük usta Martin Scorsese’nin Cannes’da en iyi yönetmen ödülünü kazandığı After Hours ile noktalıyorum. Prömiyerini şubat ayında Berlin Film Festivali’nde yapan ve Scorsese’nin şahsen sakladığı 35 mm’lik baskıdan restore edilen dijital kopyadan izleyeceğimiz film, kara mizah ile psikolojik gerilimin ustaca harmanlandığı bir anlatımla kent paranoyasının ve kaderin cilvelerinin sürükleyici bir tasvirini sunuyor. Bu karanlık olduğunca komik kült klasik, sıradan bir ofis çalışanı olan Paul Hackett’ın SoHo’da aksi bir barmenle didişme, bir intihar ve tehditkâr bir gangster gibi karşılaşmalar ve absürt olaylarla dolu bir gece boyunca yaşadığı tuhaflıkları seyircisiyle buluşturuyor.