29.06.2018
Alacakaranlık: Possession
Korku sineması, arthouse (ticari kaygı gütmeyen sanat filmleri) filmlere en az oranda rastlanan türlerin başında geliyor. Yazısız kurallarda bir korku filminin “iyiliğinin” ölçütü izleyiciyi korkutması ve bunu ne denli başarılı yaptığı olduğundan ötürü arthouse korku filmlerinin azlığını çok da yadsımamak gerekiyor. 1981’de Polonyalı Yönetmen Andrzej Zulawski’nin çektiği Possession, bu azınlığın en değerli üyelerinden birisi. Aynı zamanda Zulawski’nin İngilizce çektiği ilk ve tek film olma özelliği de taşıyor.
Possession, işi nedeniyle uzun süredir ailesinden uzakta olan Marc’ın evine dönüşüyle açılıyor ve Marc – Anna çiftinin ilişkisini merkezine oturtuyor. Başlarda bunca zamanın ardından yeniden kavuşan ikilinin arasındaki sıkıntılara odaklanıyoruz. Marc’ın yokluğunda tanıştığı Anna’nın yeni sevgilisi Heinrich, oğulları Bob, Anna’nın kafa karışıklığı, Marc’ın bunca zamanki noksanlığını telafi edememesi gibi etmenler uzun sürecin ardından temas mesafesine gelen ilişkinin çok çabuk patlak vermesine yol açıyor. Zulawski; saplantı, tutku ve ihanet gibi sinema dilinde anlatımı oldukça zor ve güçlü duyguları, sürreal bir dille ve bol metafor kullanımıyla hakkını vererek işliyor.
Anna’nın yasak aşkı Heinrich’i de terk etmesinin öğrenilmesiyle film boyut atlıyor. Anna – Marc – Heinrich üçlüsünün korkuları ve gerçeküstü dilde deliliğe yürüyüşü ortaya çıkıyor. İzleyiciye ani korku yaşatacak sahnelere filmde hiç rastlamıyoruz. Possession korkudan daha çok rahatsız, irrite edici bir atmosfere sahip. Bu özelliğiyle ilk dönem David Cronenberg sinemasına oldukça yakın. Filmde görünen yaratık tasviri, görselliği ve (birçok farklı okumaya açık) temsil ettiği kavramla çekildiği döneme göre ustalık işi bir çalışma.
Possession, bu güçlü duyguları imgesel anlatımla sunarken atmosferi de soğuk savaş estetiğiyle bezenmiş Berlin mimarisi üzerine kurarak kusursuza yakın bir görsellik yakalıyor. Oyunculuklar ise tüm bu görkemli atmosferin gölgesinde kalmayacak kadar başarılı. Özellikle Anna karakterini canlandıran Isabelle Adjani’nin performansı oldukça etkileyici. Filmde anne, eş, sevgili, fahişe, ruhsal sağlığı bozuk birey gibi birçok farklı karaktere bürünen Adjani, bu geçişleri bazen aynı sekans içinde gerçekleştiriyor. Özellikle metroda geçirdiği kriz, devamında yaşadığı sanal tecavüz ve düşük sahnesindeki performansı tek başına filmi bir başka boyuta taşıyor ki zaten Anna rolüyle Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülüne layık görülüyor.
Sürekli hareketli çekime, yakın çekimlere başvuran Zulawski, yönetmenliğinin ustalık eserini sergiliyor. Birbirinden kopuk gözüken sekanslar film ilerledikçe anlam bütünlüğü oluşturmayı başarıyor. Kıyma makinesi, sallanan sandalye, elektrikli bıçak gibi cisimler filmde öyle etkili sahneleniyor ki hepsi bir anda en büyük gerilim unsuruna dönüşüyor.