13.05.2016

Another Year: Dört Mevsim İnsanlık Hâli

Mike Leigh insanın içine dokunan, hani derler ya gönül telini sızlatan ve oldum olası muhtemel bir azınlığa seslenen bir yönetmen. Ve onun son işi Ömrümüzden Bir Sene (Another Year, 2010) akıldan çıkmayacak karakterleriyle yine Leigh’e özgü seyircisine sesleniyor.

Bazı yönetmenleri özellikle takip etmenin mutluluğunu yaşarsınız. Sanki o yönetmenler size aitmiş gibi, sizin duygu ve düşüncelerini paylaşırmış gibi. İster aksiyon, ister romantik komedi, isterse dram getirsinler önünüze; o, sizin yönetmeninizdir ve bağrınıza basarsınız onu. İşte Leigh, böyle bir yönetmen. Kendi seyircisi olan, hatta “mutlu bir azınlık” diyebileceğimiz bir kitleye seslenen bir yönetmen. Mutlu bir azınlık ifadesini kullanmamdaki esas nokta, Leigh’nin geniş çevrelerce kabullenen, popüler olmaya yatkın bir yönetmen olmaması.

Çizdiği karakterler her zaman akılda kalıcıdır Leigh’nin. Filmlerinin senaryolarını kaleme alması, onun istediği işleri yapmasının da bir göstergesi. Ve benim hayranlığımın ona kat be kat artmasının da bir sebebi bu. İzlediği tematik yolculuk ve bu yolculuğa çıkan karakterleri en yoğun ama en duru halleriyle verebilme başarısı Another Year filmiyle iyice zihinlere kazınıyor.

Dört mevsimde (sırasıyla ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış) geçen film, eksenindeki üç kişi ve onların yakınları (arkadaş ve aile bireyleri) ile bir yıllık bir zaman içinde gerek acı, gerek gülünç vs anlarını perdeye taşıyor. Bu, sadece filmin anlattıklarını nasıl yansıttığıyla alakalı bir cümle olabilir. Hatta çok basit bir cümle olarak yetersizliği de dile getirebilir. Ancak Another Year ismiyle de doğru orantılı bir şekilde, özellikle Mary, Tom ve Gerry’nin bir yılını aktarır bize. Aslında bu karakterlerle karşılaşmadan önce bir Janet (Imelda Staunton) karakteriyle karşılaşırız ki o, filmin daha açılışında çok sert bir şekilde “mutsuzluk” üzerine bir söylem duymamızı sağlar Leigh’den. Sonra çevrilen rotayla Gerri, Mary ve Tom’la karşılaşırız.

Filmin hiç kuşku yok ki en akılda kalan karakteri Mary. Bu karakterin, iç dünyasının bütün çalkantılarını dışa vurma becerisiyle de önemli jest, mimik ve beden diline sahip olan Lesley Manville tarafından canlandırılması bir ayrıcalık. Onun yaşadığı hezeyanları abartısız, olduğu gibi verebilmesi, bütün inandırıcılığıyla gözler önüne serebilmesi Manville’in başarısı olduğu kadar; Leigh’nin oyuncu yönetimi ve senaryo alanında ne kadar yetkin bir yönetmen olduğunun kanıtı. Aslında tüm karakterler öyle; Tom (Jim Broadbent), Gerri (Ruth Sheen) gibi…

Aslında insan istiyor ki filmin hissettirdiği her şeyi bir çırpıda kaleme dökebilsin. Klavyenin tuşlarına basarken, filmi izlediği anda hissettiklerini bir bir aktarabilsin. Ancak hissedilen samimiyet ve filmin verdiği acıyı biraraya getirip sunabilmek o kadar zor ki. Belki de kelimelerin bittiği yerde başlıyor izlerken ve sonrasında filmin sizde bıraktıkları. Mary’ye veya diğerlerine (filmi izlerken özellikle Ken (Peter Wight) karakterinden çok etkilendim) bakarken, geçen günlerin onlarda bıraktığı izleri gözlerinde tekrar tekrar yaşattıklarını görmek, oyuncuların sanki gerçekten de öyle bir geçmişe sahiplermiş havasını yakalamaları ve bunu aktarırken sundukları inandırıcılık sözlere aktarılamıyor. Bir kez daha Leigh’nin incelikle örülmüş senaryosunun ve oyuncu yönetiminin gücünü görebiliyorsunuz.

Diğer Leigh filmleri gibi bu filmin de herkese hitap etmediğini bir kez daha söyleyerek bitirmek gerekiyor belki de bu yazıyı. Sonra izlendikçe suçlanmak adına bu tekrarlama. Gerçi suçlanacaksak da bundan suçlanalım, zorlayalım izleyenleri ama izlenmiş olsun Leigh’nin bir filmi.