13.05.2016
The Artist: Sinemanın Altın Çağına Bakış
2011 yılında Cannes’da gösterildiği günden itibaren adından epey bahsettiren The Artist, belki de sinemanın o ilk hallerini özlediğimizi bize hatırlatmıştı. Filmin ödüllere boğulması da belki bu hissiyatın dışavurumuydu. Michel Hazanavicius’un adını da dünyaya duyuran filmdi The Artist.
Fransız yönetmen, senarist ve yapımcı Michel Hazanavicius’un adını OSS 117 serisiyle duymuştum bir süre önce. Ufak çaplı bir hayran kitlesi yaratmıştı serinin iki filmi de. (OSS 117 Kahire ve OSS 117 Rio) Tabiî ki bu filmlerin sevilmesinde kanımca en büyük pay Jean Dujardin… Beden dili, jest ve mimikleriyle komedi tarzına eski usül bir bakış atan Dujardin’le The Artist gibi 1920’leri anlatan bir filmde tekrar buluşmak Michel Hazanavicius için kaçınılmaz olmuştur. Hatta bu rolü Dujardin’i düşünerek bile yazmış olabilir. Sessiz sinema döneminin abartılı yüz ve beden hareketleri ile derdini anlatabilen bir oyunculuk günümüzde çok geçerli olmasa da o günleri yad eden bir film için, izleyiciyi yadırgatmayacak bir oyuncu bulmak bir nimet. Evet, buraya kadar yadıklarımdan da anlaşılacağı üzere filmin lokomotif unsuru Jean Dujardin ve bu film onsuz buralara kadar gelir miydi bilemiyorum. Gerçi girişte de bahsettiğim üzere The Artist, bizim geçmişe özlemimizden de açıkça sempati toplayan bir film. Üstelik 2000’li yıllarda seyirciye sessiz film izletmek ve üstüne üstlük bu filmi beğendirmek çok güzel ve övünülecek bir başarı.
Senaryo açısından filmin kendisini farklı kılabilecek tercihleri yok. Bildiğiniz bir başarı – çöküş – aşk – mutluluk hikâyesi karşımızdaki film. Değindiği noktalar sinema tarihi açısından elbette ki bir önem taşıyor ancak filmin tercihi eleştiri yapmak veya bir dönemi aydınlatmak değil. Belki giriş ve gelişmede rastlayabileceğimiz birkaç temas dışında film tamamen bir aşk öyküsü ve fedakârlık kavramlarıyla evriliyor. Zaten çizdiği rota da mutlu bir son ihtiyacını körüklüyor. Aslında sessiz sinemadan sesli sinemaya geçişle ilgili (örneğin Singin’ in The Rain, 1952) veya eski günlerine duyduğu saplantılı bir özlemle yoğrulmuş geçkin bir aktris ve Hollywood sistemini eleştiren (örneğin Sunset Boulevard, 1952) ya da zamanı dolan bir starın yerini alan genç star adayı ve onun da aynı kadere doğru sürüklenişi (örneğin All About Eve, 1950) gibi sinema tarihinin kilometre taşları olmuş müthiş örnekler izledik. Artist bu filmlerin dertlerini yumuşatarak hem sessiz sinemadan sesliye geçişi hem de Hollywood star sisteminin acımasızlığını yine gözler önüne seriyor. Ancak eleştiri mahiyetinde yapmıyor bunları. Örneğin Jean Dujardin’in canlandırdığı George Valentin karakterinin bir nevi kendi tercihi oluyor sesli sinemaya yüz vermemek. Dolayısıyla içinde öğütüleceği sisteme bir nevi kendisi katılmamayı seçiyor. Gerçekler bu kadar toz pembe olmasa gerek… Ancak film dediğimiz gibi o dönemlerin eleştirisini yapmaya soyunmuyor –ki bunu olumsuz bir nitelendirme olarak söylemiyorum, sadece tercihini belli etmek amacıyla söylüyorum – ve özellikle ikinci yarıdan itibaren estetik bir romantizm yaratıyor perdede.
The Artist fazlasıyla oyuncularının kimyasından ve oyunculuk yeteneklerinden beslenen bir film. Yukarıda da andığımız gibi George Valentin (ki isminde yapılan Rudolph Valentino atıfı gözden kaçacak gibi değil) sinemanın şaşaasından fazlasıyla yararlanmış ama gün geçtikçe de değişime ayak uydurmayı değil kendi bildiğini yapmayı seçen bir karakter. Onun hem film içinde film ayrımını hem de yaşadığı duygusal çöküşle ilgili yasımaları perdede Jean Dujardin harika canlandırıyor. Hatta o kadar ki Dujardin’in 2011 yılında değil 1920’lerde bu filmi yaptığına inanıyorsunuz. Bu durum filmin yarattığı atmosferle de doğru orantılı. Karşısında ona âşık ve fedakâr kadın kimliğindeki Peppy Miller karakteri için de Bérénice Bejo iyi bir seçim. Ancak sanırım filmin esas sempatisi Uggie üzerinde toplanıyor. Ödül törenlerinde sahneye de çıkan köpek Uggie’nin filmdeki varlığını düşününce izleyici olarak filmin kadrosundan ayrı düşünemiyorsunuz onu.
Uzun lafın kısası, The Artist günümüz sinema seyircisine biraz romantik soslarla hazırladığı sessiz sinemayı yâd eden duruşunu sunuyor. Seyirci olarak bu duruşa saygı gösterip filmin anlattığı dünyalara girmek ve o günleri sevgiyle anıp anmamak sizin elinizde.