31.05.2017
Backcountry: Karanlığın Yüreği
Sinema sanatının kendine seçtiği konulardan biri de zorlu doğa koşullarında hayatta kalma maceralarıdır. Bu türde çekilen Into The Wild, Gerry, 127 Hours, Alıve, Cast Away, The Grey, Life Of Pi, Wild benim hafızama kazınan, unutamadığım filmlerden. Bu filmlerde ıssız bir ada, sarp dağ zirveleri, okyanusun ortası, balta girmemiş bir orman veya uçsuz bucaksız bir çöl, tüm ihtişamı ile insan denen varlığın korkulu rüyası olur. Bu filmler genelde bir romandan ya da gerçek hayatın ta kendisinden uyarlanırlar. Özellikle gerçekten yaşanmış olan hikayeler izleyiciyi daha fazla etkiler. Çünkü gerçek olay olmaları filmde yaşanan her olumsuzluğun bizim de başımıza gelebileceğini düşündürür. İşte bu filmlerin, şu an için son örneği olan Backcountry, gerçek hayattan esinlenerek çekilmiş etkileyici bir survival filmi.
Bir çiftin kamp yapmak için ormana gitmelerini ve kamp yapmaya başladıkları andan itibaren gerilimin artarak devam etmesini izliyoruz Backcountry’de. Yönetmen Adam MacDonald gerilimi sadece doğa üzerinden kurmuyor. Çiftin arasındaki gerilimli ilişki, ormanda rastlayıp birlikte yemek yedikleri esrarengiz adam, her an birileri tarafından izleniyorlar hissiyatı gibi etkenler tekinsiz doğanın gerilimli havasına eşlik ediyor. Belanın nereden, kimden, ne zaman geleceği hiç kestirilemiyor çok uzun bir süre. Genelde iki kişi üzerinden aynı mekanda ilerleyen bir hikayenin insanı karmakarışık duygulara kaptırması seyirciyi oldukça şaşırtıyor.
Az çok film izleyen bir seyirci, bu tarz hikayelerde kimin öleceği ya da hangisinin daha önce öleceği gibi mevzuları tahmin edebilir. Yaşadığımız yüzyılda dikkat çekici, yeni bir şey yapmak isteyen bir yönetmenin merak, gerilim, korku gibi duyguları daha başka unsurlar üzerinden yaratması gerek. Zira bugüne kadar sinemada tüm konular işlenip tüketilmiş durumda. Şimdiden sonrakiler pek yeni senaryolar üretemeyecekleri için üretilmiş olanları biçim olarak renklendirmeliler. İşte Backcountry, bunu fazlasıyla yapıyor. Muhtemelen dijital bir el kamerası ile çekilen filmin en güçlü unsuru ise görüntüler. Karakterlerini adım adım izleyen kamera, her şeyi tüm çıplaklığı ile göstermekten de asla çekinmiyor.
Tüm ihtişamı ile insanoğlunu kendine çeken orman maalesef gizli kalmış can alıcı noktalarını, sevgilisine göstererek ifşa etmek isteyen Alex’e izin vermiyor. Sanki mahreminin gözler önene serilmesini bir saldırı olarak niteliyor. Kendisine ve kendisini korunak olarak seçen hayvanların özeline izinsiz girilmesine tepkisiz kalmıyor. Orman, birbirine tıpatıp benzeyen yolları, hayvanlar da vahşiliğiyle Alex ile Jenn çiftine acımasız bir oyun oynuyor. Ve tabiî ki Alex’in kibri, kıskançlığı da bu oyunun oynanmasına resmen ön ayak oluyor.
Tüm sadeliğine rağmen hiç dinmeyen temposu ile seyirciyi koltuğa kilitleyen bu yapım yeni bir şey söylemese de farklı tarzı ile başarıyı yakalıyor. Uçsuz bucaksız doğada bir su damlacığı kadar etkisiz ve zavallı olduğumuzu bize sert bir şekilde hatırlatıyor MacDonald. Gerçekten yaşanmış bu olayı tüm çıplaklığı ile bu filmden sonra izleyenler doğaya karşı daha temkinli olurlar umarım.