29.05.2017
Big Eyes: Ne İsa’ya Ne Musa’ya
Gerçek ile kurgu arasındaki çarpık ilişki, bütün sanat dallarında olduğu gibi sinemada da sıkça karşımıza çıkmaktadır; kurgu bir hikâye gerçekten parçalar taşıdığı gibi, gerçek olaylar da perdeye yansırken kurgusal öğeleri bünyesinde barındırır. Bir eserin ne kadarının kurgu, ne kadarının gerçek olması gerektiğine dair mutabık olunan bir formül bulunmasa da, ‘’gerçek olaylara dayanmaktadır’’ cümlesiyle açılan her film, gerçeklerle bezeli olduğu varsayıldığından içindeki kurgusal öğelerin ve tartışmaya açık unsurların azlığıyla muteber kabul edilir. Tim Burton’ın son filmi ‘’Big Eyes’’ da böyle bir film; gerçek olaylara dayanmaktadır cümlesiyle başlayan, gerçeklik algısı üzerine bir hikaye inşa eden ve kapanırken karakterlere hikayenin devamında ne olduğunu anlatan o işgüzar taktikle donatılmış, kurgu ile gerçek arasında gidip gelen bir eser.
Evet, Tim Burton ufak hesapların peşinden koşmayacak kadar büyük bir isim, herhangi bir manipülasyona kendisinin ve sinemasının ihtiyacı yok; kabul ama ‘’Big Eyes’’, gerçek olaylara dayanıyor cümlesini gerçekten dayanak olarak kullanan ve bu sayede hikâyesini ayakta tutan bir eser. Hikâyenin seyri esnasına oluşacak her acaba gerçeğin duvarına tosluyor, kurgu ya da ilave gibi duran her unsur önce gerçek ile savaşıp onu alt etmek zorunda; durum böyle olunca açılışta kullanılan ibarenin göründüğü kadar masum olmadığına rahatlıkla kanaat getirebiliriz. Margaret (Amy Adams) ile Walter Keane (Christopher Waltz) arasındaki çarpık ilişki, olayların seyri ve nihayete eriş yöntemi; kaderine karşı olmasa da razı, çocuğunun geleceği için sanatının çalınmasına ses etmeyen Margaret ile salt bir hırsız, dolandırıcı olarak sunulan Walter Keane portreleri manipüle edilmiş bir gerçeklik algısından muzdaripler; teatral dokunuşlarla düzenlenmiş tüm o sahnelerin ötesinde kurgu tarafından eğilip bükülen bir gerçek olaylar zinciri var. Kendi kendini taahhüt altına sokan ‘’Big Eyes’’, şirin olmaya çalışırken aldığı sorumluluğu yerine getirmekten uzaklaşıyor maalesef; filmin kendisini gerçeğin güvenli kollarına bırakıp bu denli algıya oynaması oldukça tuhaf.
Bunların yanında film, ele aldığı konunun hakkını vermekten oldukça uzak; fikri açıdan suya sabuna dokunmadan hikâyesini anlatmanın peşinde. Yakın tarihin en tuhaf sanat hırsızlığı vakasını ele alan ve Tim Burton’ın elinden çıkma bir eserin; sanat nedir, sanatçı kimdir gibi soruları sormasını veya muhyi ile ihya arasındaki ilişkiye kuvvetli bir bakış atmasını beklerken, ele aldığı vakayı cılız bir iki kelam ile geçiştiren, ‘’o yıllarda kadın olmak’’ temalı bir iki sos ilave edip olayı tipik bir aldatma ya da iki eş arasında yaşanabilecek herhangi hususun yarattığı gerilime indirgemeyi tercih eden bir eserle karşı karşıya kalıyoruz. Tim Burton’ın, Keane’in iri gözlere sahip çocuk portrelerinin neden ve nasıl popüler olduğu üzerinden sanatın ne olduğuna dair elle tutulur açıklamalar yapmayı aklından bile geçirmediğini, açılışa yerleştirdiği Keane’in sanatını öven Andy Warhol sözünden de anlayabiliriz; Burton’ın neden bu topa girmediğini ise anlamak pek mümkün değil. Tim Burton, senaristler Scott Alexander ve Larry Karaszewski ile çalışmak yerine, herhangi bir üçüncü sayfa haberini alıp senaryolaştırsaymış keşke, Keanelerin hikayesi böyle korkakca ele alınacağına hiç anlatılmadan değerini korumuş olurdu en azından.
Sonuç olarak ‘’Big Eyes’’ ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabilecek bir film. Burton’ın kendine has dünyasına ayılıp bayılanlar da Burton artık böyle film çekmesin isteyenler de bu filmden istediğini pek alamayacak. O şirin dünyadan uzaktayken kralın çıplak olduğunu eşe dosta göstermek için can atanlar ise hiç durmasın, Tim Burton böyle bir filmi kapatmak için Johnny Depp’li bir çalışmanın temellerini çoktan atmıştır ne de olsa.