24.08.2022
Bir Zamanlar: Some Like It Hot
Esra Topçu
1929 yılının Şikago’suna gidiyoruz. Çetelerin kol gezdiği, kurşunların birbiri ardına atıldığı, silah sesiyle ayak sesinin bir tutulduğu renkli caddelerde, yirmilerin ışıltısının son demleri yaşanmaktadır. Görünürde bir ihtişam, bir çeşit neşe aşılasa da dönem siyasi açıdan pek de keyifli sayılmaz. Alkol yasağının sıkı sıkıya uygulandığı bu güzide şehirde, tabii ki illegal çeteler yasaları aşmanın bir yolunu bulurlar. İşte iki fakir fakat asil karakterimiz de bu çete savaşının ortasında, hiç beklemedikleri bir şekilde kalacaklardır.
Joe ve Jerry, çoğu sanatçı gibi zenginlikten payına düşeni almamış iki müzisyendir. Tony Curtis, Joe karakterinde saksafon çalan ve kumara meraklı çapkın bir adamı oynarken, Jack Lemmon’un ekrana koyduğu Jerry karakteri, daha umutsuz bir profil çizer. İkisi de tam manasıyla meteliksizken, ellerinde yalnızca para kazanabilecekleri bir meslekleri vardır. “Spats” lakabıyla tanınan Ganster Colombo’nun çetesinin işlettiği, görünürde “cenaze evi” olan bir eğlence mekanında çalışmaktadırlar. Jerry’nin dikkati sayesinde polis baskınından ve tutuklanmaktan kıl payı kurtulan ikilimiz, yoksullukları yetmiyormuş gibi bir de işsiz kalmışlardır. Hali hazırda her şey böyle kötüye giderken, makus talihleri onları çete savaşının meydanına bırakır. Tarihte gerçek bir olaya tekabül eden St. Valentines günü katliamına, hiç ummadıkları bir şekilde tanık olurlar. Onları gören Spats ve adamları geride tanık bırakmak istemezler ve tam da öldürülmek üzereyken çıkan hengameden yararlanan ikilimiz kaçmanın bir yolunu bulurlar. O an için kaçarlar fakat Spats ve çetesi peşlerinde olmaya devam edecektir. Onlar için Şikago’dan ayrılmak dışında başka bir çare yoktur.
İşte asıl hikâyemiz de burada başlar aslında. Joe ve Jerry artık Josephine ve Daphne olur ve bir kadın orkestrasına girmeyi başarırlar. Joe, üstün rol yeteneği sayesinde Josephine karakterinde problem yaşamasa da Daphne için durum pek kolay değildir. Sık sık kendine bir kız olduğunu hatırlatmak zorunda kalır. Trende bir grup şen kadının arasında seyahat ederken, onlardan bir parça farklı, Marilyn Monroe‘nun canlandırdığı, saf fakat olabildiğince tatlı ve güzel Sugar ile tanışırlar. Sugar, zaruri olarak orkestrada çalan, aşk hayatında şimdiye kadar yüzü gülmemiş genç bir kızdır. Bir milyonerle evlenmenin hayalini kurar içten içe. Bunu bilen Joe, Josephine ve Joe kimliğinin yanında bir de Shell petrol şirketinin zengin varisi kılığına bürünecektir.
Billy Wilder‘ın bu komik mi komik filmi, “klasik film” deyince akla ilk gelenlerden biri şüphesiz. Tony Curtis ile Marilyn Monroe‘nun mükemmel oyunculuğu bir yana, Jack Lemmon‘a ve onun mimiklerine özellikle hayran kalıyorsunuz. Buna karşılık filmin ilk sahnelerinde yapımcılar Jack Lemmon‘dan pek hoşlanmamış. Fakat Billy Wilder, onu sevmiş olacak ki, ilk olarak Frank Sinatra’yı istemesine rağmen Jack Lemmon‘la devam etmiş ve bu filmden sonra birlikte beş film daha çekmişler. Hepsinde de en az Some Like It Hot‘taki kadar başarılı. Tony Curtis ise yükselmekte olan oyunculuk kariyerine, Joe karakteri ile birkaç basamak daha yukarı çıkarıyor. Oynadığı üç karakter de birbirinden özgün ve iyi işlenmiş. Kadın olarak, bir kadın kadar alımlı; milyoner olarak bir milyoner kadar kibirli ve Joe olarak da bir jön kadar etkileyici tiplere bürünüyor. Jack Lemmon ile olan uyumları, karakterlerin zıt yönlerine dikkat çekilmesiyle beraber daha hoş görünüyor göze. Maskülen tavırlarına karşılık bu iki yetenekli aktörün böyle güzel kadınlara dönüşmesi de ayrıca göz alıcı.
Marilyn Monroe‘ya gelirsek, güzelliği ve tatlılığı bir yana oyunculuğu ile tam anlamıyla “Sugar” bir karakter. Dönemin ve hatta şu anın en tanınmış kadını olan Monroe, Billy Wilder ile daha bir güzelleşiyor. Ona vurulan “aptal sarışın” damgası, oynadığı karakterlerden ileri geliyor şüphesiz, yoksa Marilyn Monroe‘nun aptal bir kadın olmadığı çok açık. Karakterin saflığını en doğal haliyle yansıtıp, çocuksu gülüşü ve şuh bakışıyla insanın içini ısıtıyor. Her haliyle çok güzel bir kadın fakat Some Like It Hot ile beraber güzelliğinin zirvesinde diyebilirim kendi adıma. Ayrıca ne kadar naif bir sesi olduğunu da yirmilerin meşhur şarkılarından “I wanna be loved by you” şarkısını söylerken duyuyoruz. Bu kadar iyi yönüne karşılık Billy Wilder ile Tony Curtis onun hakkında epey yakınıyor. Sürekli sete geç geldiği, replikleri kaçırdığı ve odasından saatlerce çıkmadığı yönünde söylentiler var. Ayrıca filmin sonunda hamile olduğunu öğrenmesi ve düşük yapması da üzücü bir durum. Bunca sıkıntıya rağmen yine de Sugar rolüyle beraber, sonuna kadar hak ettiği “En iyi kadın oyuncu” dalında Altın Küre alıyor.
Eğlence amaçlı yapılan bir filmden ne kadar eğlenmek bekleniyorsa, fazlasıyla karşılığını veriyor Billy Wilder. “Bir zamanlar”ın en usta yönetmenlerinden olan bu adam, eğlenmenin yanında görsel ve duyusal şöleni de es geçmiyor tabii. İlk olarak renkli düşünülen film, Daphne ve Josephine karakterleri için yapılan ağır makyajlar dolayısıyla siyah beyaz çekiliyor. Yine de kostümlerden müziklere, mekan tasarımlarından sahne geçişlerine kadar her anıyla insanı ekrana kilitliyor. Billy Wilder‘ın en güzel filmi mi tartışılır fakat onlardan biri olduğu kesin. Özellikle bazı sahneler var ki, izledikten sonra uzun bir süre geçse de akılda kalıyor ve daima güldürüyor: Trende ki içki partisi, Osgood’un ısrarcı tavrı, defalarca değişen roller, uzun ve yorucu kovalamalar, gemideki iyileştirme seansı ve en güzeli, son sahnesi. Hepsiyle beraber ortaya, akılda kalıcı ve dünyanın yorucu gündeminden uzaklaştıran eğlendirici bir film şöleni çıkıyor.
Some Like It Hot‘dan tam beş yıl sonra, 1964’te, kolları sıvayan Yeşilçam yönetmenlerinden Hulki Saner, bir de yerli bir uyarlamasını olan Fıstık Gibi Maşallah’ı yapıyor. Bu sefer Josephine ve Daphne karakterine Sadri Alışık ile İzzet Günay hayat veriyor. Bu iki usta aktörü pek de alışık olmadığımız bir şekilde görüyoruz fakat pek eğlenceli. Orijinali kadar başarılı olmasa da cesur bir uyarlama diyebiliriz. Hollywood’un “Bir zamanlar”ı ile bizim “Bir zamanlar”ımızın kesişmesi insanı keyiflendiriyor da tabii. Kapanışı Marilyn Monroe‘nun zarif sesiyle hayat verdiği “I wanna be loved by you” ile yapıyor.