13.05.2016
“Biz” ve “Onlar”: Beyaz Tanrı Filmine Dair
Identite yani kimlik sözcüğü Latince idem yani aynı anlamına gelen kelimeden türemedir. Kimlik, bir farklılığı değil, aynılığı gösteren bir kelimedir aslında. İnsanlar da aynılaştıkça güvenlikte hisseder kendilerini. Çünkü aynı olan bir tehlike barındırmaz. “Biz”den olan, “biz”e zarar vermez düşüncesi en basit şekilde açıklayacaktır sanırım bu algıyı. “Biz”i oluşturan birçok özellik vardır tabii. Bunların belki de en belirgini ırk olarak kendini gösterir.
“Kant’ın ırkları ayırmak için kullandığı kriter, deri rengidir. Diğer düşünürler de deri rengi ile birlikte, saç ve göz rengi, saç dokusunu ve şekli, burun ve dudakların kalınlığı, yüz ve bedendeki tüy miktarı, kafa ve yüzün şekli, beden kitlesi ve boy pos farkını farklı ırkların kanıtı olarak öne sürmüşlerdir”.[1]
Ötekiyi en basit şekilde “biz”den olmayan olarak tarif edebiliriz. Hangi köşeyi zaptedip biz oluşturursanız karşı köşe sizin için öteki olacaktır. Üstelik öteki anlam ve pratik olarak yalnızlaştırmayı da barındırdığından “biz”in çoğulcu yapısı öteki ile “sen”e dönüşür, yani tekil bir nitelik taşır. Bu, güvenlik için de önemlidir. Çünkü “biz” yani çoğul olan, “sen” yani öteki karşısında sayıca üstündür. Genel kabul gören ve kendince iktidara sahip olana doğru da açımlanabilir “biz”. Gücü elinde bulunduran çoğunluk, farklı gördüğünü, azınlığı hemen dışlar. “Güçlü bir kimlik, bir dizi farklılığı doğası itibarıyla kötü, akıldışı, anormal, deli, hasta, ilkel, canavar, tehlikeli –yani öteki– olarak kurmaya çalışacaktır. Bu bağlamda, farklılık ötekinin etkisi olarak algılanmaktadır.”[2]
Toplumların oluşmasının kökeninde düzen arayışı vardır. Düzeni oluşturan güç/ler zaman içinde düzenin koruyucusu haline de gelir. “‘Biz’ açısından ‘öteki’yi tanımlayan en önemli özellik, düzen bozma potansiyelidir. ‘Biz’ ne kadar istikrarsızlık getirmeyecek olan, düzenin yeniden üretimini sağlayan ve bu nedenle toplumun var oluş amacına uyansa; ‘öteki’ de o kadar düzen bozma, istikrarsızlık getirme, düzenin işleyişini sağlayan gelenek, yasa, normların içini boşaltma potansiyeline sahip olandır, tehlikeli olandır.”[3] Peki bu durumda, düzenin koruyucuları kendi dışındakilere eşitlik bağlamında nasıl davranacaktır?
Bir kişinin veya zümrenin “eşit” davranacağına “inanmak”la tabii ki yola devam edilemez. Dolayısıyla düzeni koruyacak ve devamlı kılacak normlar oluşturulur, bunar da yasaya bağlanır ki hayatın idame ettirilmesinde herkes “eşit” haklara sahip olabilsin. Buradan aklımıza gelebilecek bir cümle ise idealar düzleminde yeteri kadar iyi görünen bu sistemin pratikte nasıl işlediğini göz önüne serer. Cümlemiz George Orwell’in Hayvan Çiftliği adlı eserinden: “Bütün hayvanlar eşittir; ama bazı hayvanlar öbürlerinden daha eşittir.” Ne kadar manidardır ki Orwell bu eserinde hayvanlar arasında yöneten-yönetilen ilişkisini sorgularken alegorik bir anlatımla devlet pratiğini göz önüne sermektedir. İşte gerek yöneten / yönetilen olsun, gerekse yönetilenler arasındaki kümeleşme olsun her daim bir başkası / grup, düzenin koruyucuları tarafından öbürü, öteki olarak adlandırılır. Çünkü “biz” kavramının gücünü sınamak için devletin en üst katmanına çıkmaya gerek yoktur. Aidiyet duygusundan alınan güçle her bir kişi “biz” olabilir, “biz” gibi davranabilir.
Macar yönetmen Kornél Mundruczó’nun Cannes Film Festivali Belirli Bir Bakış Ödülü kazanan filmi Feher Isten (Beyaz Tanrı – White God) isminden başlayarak bizi ötekiyle karşılaşmaya, onu tanımaya; hâkim olanın gittikçe artan şiddetine ve şiddetin çoğullukla alakasına dair düşünmeye davet ediyor. Bu konu ve yaklaşım sinemada yeni bir tavır değil elbette. Kısa bir zihin canlandırmasıyla bile bir çırpıda aklımıza birkaç örnek gelebilir bu konuda. Ancak ele aldığı konuyu hayvanlar üzerinden alegorik bir anlatımla vermeyi tercih eden film sayısı kısıtlıdır elbette. Mesela 1982 yapımı White Dog (Beyaz Köpek) ilk akla gelen filmlerden biri. Samuel Fuller’in yönetmenliğini yaptığı bu film adından da anlaşılacağı üzere bir köpeği odağına alıyor. Adıyla bile merceğe alacağımız Beyaz Tanrı (White God) filmiyle akrabalık gösteren filmde temel olarak ırkçılık mevzusu işleniyor. Bir köpeğin küçükken eğitime tabi tutularak nasıl bir ırkçı işkence makinesine dönüştürülebileceğini anlatan bir filmdir White Dog. Filmi izlerken ilk önce köpeğin davranışlarına anlam veremez yavaş yavaş çözeriz davranışlarının altında yatan sebepleri. Beyaz Tanrı’da ise yönetmen Kornél Mundruczó bize Hagen adlı köpeğin geçirdiği duygusal ve fiziksel aşamaları gösterir.
Beyaz Tanrı kat kat açılan hikâyesiyle yukarıda da bahsettiğim gibi çeşitli yönlerden okunabilecek bir film. İlk bakışta görünen hikâye küçük bir kız çocuğunun çok sevdiği köpeği Hagen’den zorla ayrılmasıdır. Burada zalim olan unsur, kızı köpekten ayıran kişi yani kızın babasıdır. Baba kavramı çoğu açıdan iktidarı temsil ettiğinden gücü elinde bulunduran unsurdur. İlk andan itibaren köpeği istemeyen, ona kötü davranan kişi babadır. Ancak köpeğin kızdan ayrılmasına sebebiyet veren esas kötücül unsur komşu kadındır. Burada yukarda bahsettiğim “biz” kavramını hatırlayabiliriz. Kendi çoğunluğunu oluşturan ve o çoğunluğa aidiyetiyle artık kendi olarak değil “biz” olarak düşünen güç, buradaki kadında kendini gösterir. Bulundukları coğrafyada “karma” olanı dışlayan yaklaşım “ari” olanın kendini üstün görmesi buradaki kadını güçlü kılan yöndür. Çünkü “onlar”ın arasında kırma/melez/karma olana yer yoktur. Yönetmen bu yaklaşımı köpek üzerinde sabitler ancak bu tavır çeşitli okumalara kapı aralar. Filmin Avrupa menşeli olması, Avrupa’daki ırkçı hareketler, kendinden olmayanı dışlama gibi sadece Avrupa’ya da mal edilemeyecek davranışlar filmin metnini zenginleştirir. Filmin adından bile başlayabilecek bir yaklaşım bu: Beyaz Tanrı.
Film; bir köpeğin arkadaşı küçük bir kızdan ayrılışı, kötü emelleri olan insanların elinde eğitim yoluyla nasıl tavır değiştirebileceği, uysallıktan şiddete doğru yol alışı ve sonunda isyan edişi yollarını izlemekte. Tabiî dediğim gibi tüm bunların köpek üzerinden anlatılması sadece bir seçim. Biz bu hikâyeyi insanlık tarihi olarak da okuyabiliriz çünkü çok tanıdık nüveler barındırıyor. Özellikle çoğunluk ve azınlık meselesi üzerinden baktığımızda ari olanın (burada insan ve çoğunluk) kırma olanı (burada azınlık ve köpek) dışlayışı tüm insanlık tarihini gözler önüne serer. Üstelik çoğunluk olanın bunda hata bulmayışı da komşu kadın örneği üzerinden karşımıza çıkmakta. Kadının erk olana yaranan tavrı, bireysel düşüncenin ve vicdanın önüne genel olan (doğru veya yanlış fark etmez) tavrın nasıl geçtiğini gösteriyor. Edinilen kimlik, ait olunan zümrenin tavrını doğru veya yanlış gözetmeksizin üzerinize yapıştırıveriyor.
Filmin barındırdığı şiddet, Hagen’e uygulanan ve Hagen’in uyguladığı olarak iki taraflı. Ancak şunu biliyoruz ki her etki bir tepki doğurur. Dolayısıyla isnat edilenle yetinmek, baş eğmek canlının doğasında yoktur. Etkiye tepki bir zaman sonra etki edenin (burada zalim diyelim) söylemini haklı çıkarır gibi görünür. Dışlanan; belirli özellikleri dolayısıyla –ki bu özellikler çoğu zaman toplum huzurunu bozma, şiddet eğilimi vb’dir- toplum dışına itildiğinden bu itilmişlik halinin geri dönüşü çoğu zaman şiddet içerir. Şiddet de netice olarak görülür. Oysaki bu çemberin başlangıç noktası “etkileyen”dir yani gücü elinde bulunduran. Ötekinin (dışlananın) buna tepki vermemesi mümkün müdür? İşte tam da burada kısır döngü başlar ve yine gücün istediği şey olur: Kargaşa ve hatta kaotik şiddet. Film bu döngüyü çok iyi veriyor. Hatta filmin sonunda varılan nokta başlangıç halini sorgulatıyor insana ve izleyen şiddetin kaynağını daha iyi anlıyor. Sebep olanın takınacağı tavır da bu yüzden daha anlamlı hale geliyor. Film, bize gücün takınması gereken tavır hakkında biraz ipucu veriyor ancak bunun sürekli hale gelmesi üzerine herhangi bir bilgilendirme mevcut değil finalde. Yani insanın (gücün) ötekine (kırma köpeklere) karşı takınacağı tavır kısa süreli çözüm odaklı mı yoksa insanda gerçekten yanlışı gören, algılayan ve çözmeye çalışan bir istek mi mevcut orası belli değil. Bu da finali muğlak kılıyor. Ancak yönetmenin tavrında insanı/gücü/iktidarda olanı sorumlu tutan anlayış seziliyor.
Sanat geçmişi yorumlamak, şimdiyi anlamak, geleceği hazırlamak için bulunmaz bir nimet. Sanatın -özelde sinemanın- dönüştürme gücünü de hesaba kattığımızda, olan üzerinden olması gerekene yönelmek sanırım sanatın gücünü de gösteriyor. Bu yüzden derdi olan, düşünen ve düşündüren böylesi eserler sanatı daha anlamlı kılıyor.
*Bu yazı daha önce Evrensel Kültür dergisinde yayınlanmıştır