17.02.2019

Blue Velvet: Lynch’in Karanlık Diyarları

David Lynch filmlerinin kendine özgü karanlık ve tekinsiz havasını solumak isteyeceklerin uğrayacağı ilk durak 1986 yapımı Blue Velvet (Mavi Kadife) filmi olabilir. Blue Velvet, Yönetmenin diğer filmlerine nazaran elle tutulur bir olay örgüsü içeren, tüm karanlığına, gizemli karakterlerine ve grotesk durumlarına karşın anlaşılması zor olmayan daha sindirebilir bir film olmasına rağmen bir o kadar da sarsıcı ve rahatsız edici.

Mutlu Amerikan kasabası görüntüleriyle açılıyor film. Güzel müzik ve temiz hava, bir adam bahçesini suluyor, itfaiye arabası üstünden biri el sallıyor. Sanki garip bir şey olacak gibi hissediyoruz. David Lynch 2016 yapımı The Art Life (Yaşam Sanatı) biyografik belgeselinde bu durumdan biraz bahsediyor aslında. Çocukluğunu anlattığı bölümlerde mutlu bir ailede büyüdüğünü, neredeyse garip hiçbir olay yaşamadığını anlatıyor. Öyleyse nereden geliyor bu dehşet verici imgeler, sarsıcı sahneler? Bu filmlerin ardında karanlık bir yaşam, bir giz aramak zorunda mıyız? Yönetmen bu soruyu kendi kendine de soruyor, soru da cevap gibi oldukça karmaşık.

Karanlık insanın doğasında var, bir etkiyle dışarı çıkmayı kendini göstermeyi bekliyor o kadar. Lynch bu etkiyi kamerasından gösteriyor, filmleriyle içindeki karanlığı, boşluğu, sıkıntıyı, ne derseniz, yenmeye çalışıyor. Sanatın doğuş noktası tam da burası aslında, adlandırma, anlam verme ihtiyacı, bilinmez şeyleri açıklayabilme, insan denen canlının yaradılış mahiyetini kavrayabilme, dünyada ne sebepten bulunduğumuz sırrına ermeye çalışma.

Kesik Kulağın Peşinde

Jeffrey’nin (Kyle Maclahlan) babası kalp krizi geçiriyor. Sıradan hayatı değiştirecek bir etki oluşuyor böylece. Hastane dönüşünde Jeffrey kırsal alanda kesik bir kulak buluyor, hikâye bu kesik kulağın görülmesiyle başlıyor, karakterin içindeki bilinmezliği ortaya çıkaracak bir dürtü bu. Merakının peşinden mi gidecek, işi polislere mi bırakacak? Dedektif Williams’ın güzel kızı Sandy (Laura Dern) hikâyeye dâhil oluyor. Gecenin siyahının içinden geçerek geliyor, önce sesini duyuyoruz, sadece görüntü olarak değil Jeffrey’in içindeki karanlığı aydınlatıyor tüm renkleriyle. Kız ona bir caz şarkıcısından bahsediyor, kesik kulağın bu kadınla bağlantısı olabilir. Beraber önce oturduğu eve sonra onu dinlemeye gidiyorlar. Şarkıcı kadın Dorothy Vallens (Isabella Rossellini) sahnede Blue Velvet şarkısını okuyor. Sesi son derece etkileyici ve çekici ama hüzünlü, Jeffrey etkileniyor, bu işin peşine bırakmayacak, çözmesi gereken kulağın gizemi mi kendi varlığının anlamı mı? Sandy, “Sapık mısın yoksa bir dedektif mi?” Diye sorduğunda, Jeffrey de bunun farkında değil. Kesik kulak, şarkıcı kadın ve içgüdüler, ele geçirme ve sahip olma arzusu hepsi birbirine karışıyor.

Jeffrey kadının evine sızıyor. Elbise dolabına saklanarak kadını izliyor. Kadın yalnız, nevrotik hareketler yapıyor, sonra belalı Frank (Dennis Hopper) geliyor. Frank müzik dinlemeyi seven bir psikopat, tehditlerini dahi müzik dinlerken hatta şarkı sözlerine uydurarak yapıyor. Dorothy’nin kocası ve oğlu adamın elinde, bu yüzden kadına işkence ediyor. Sorunlu bir cinsel ilişki bu, gerçekleşmeyen ama gerçekleşmemesi daha rahatsız edici olan. Frank’in Dorothy’in üstüne çıktığı sahnede, oksijen tüpüyle nefes alıp kadını yumruklaması, anlamsız sözleri ve bağırmaları ile groteskin zirvesine çıkıyoruz. Filmin en iyi sahnelerinden diyebilirim. Bir de Frank’in tekrarladığı bir repliği var; “Işıklar kapalı, şimdi sevişelim.” Filmin içinde saklı onlarca metafordan biri. Karakterin içindekileri, hislerini görmemizi istiyor Lynch, adam her yer karanlık olmadan var olamıyor. Aynı zamanda filme eşlik eden bir karanlık bu, Lynch karanlık diyarlarında bir gezintiye çıkarıyor bizi. Bu anlamıyla dışa vurumsal etkilerle karakterlerin iç dünyalarını anlamımızı kolaylaştırıyor, son derece rahatsız edici sahneler yakalamayı başarıyor.

Bu Kirli Dünyada İnsanın Yazgısı Ne?

Jeffrey caz şarkıcısı kadına yardımcı olmak istiyor. Kesilen kulak kadının kocasına ait, kadın aklını yitirmek üzere, genci kurtarıcısı olarak görüyor. Jeffrey bir yandan bu kadınla ilgilenirken diğer yandan Sandy’ye de yakınlık gösteriyor. Sandy normal, sıradan hayatı, iyi duyguları temsil ederken, Dorothy ise tamamen gizemin, şehvetin vücut bulmuş hali. Jefrrey iki kadın arasında gidip geldikçe iyice ne yapacağını bilmez hale geliyor, bocalıyor. Sandy’de yaşamın güzelliğini, iyiliği gördüğü halde bilinmezlik onu kötüye, belirsizliğe, Dorothy’ye sürüklüyor.

Jeffrey bir seçim yapacak kadar güçlü değil, klasik dramada mükemmel karakter bir hata yapar ve yıkıma uğrar, Jeffrey daha en baştan yıkıma uğramış bir karakter, seçim yapmasa bile. Bu yüzden seçimlerinden dolayı ona kızamıyoruz, hatta Sandy’yi bırakıp Dorothy’nin yanında olmasını istiyoruz. Çünkü dünya tozpembe değil, her şey kirli, kendimizi kandırmamalı, içgüdülerimizi saklamamalıyız, kötülüğün karşısında durmak için güçlü olmak zorundayız. Lynch bunu öyle ustalıkla anlatıyor ki, çaresizliğimizden, dünyanın kötülüğü karşısında sessiz kalıp her şey güllük gülistanlık gibi davranmamızdan rahatsız oluyoruz. Filmi izledikten sonra bize rahatsızlık veren, tedirgin eden, çözemediğimiz duygular bundan kaynaklanıyor olabilir. Filmin son sahnesinde de herkes mutlu, hayat çok güzel, itfaiye arabası yine sokaktan geçiyor, itfaiyeci yine üstünde el sallıyor. Ama biz bilmesek de ters giden şeyler elbet var. Bir bülbül böcek yiyor, onu görüyoruz, Jeffrey ve Sandy kuşa bakarak gülümsüyor, aslında böcek için her şey yolunda değil. Görmediğimiz, bilmediğimiz, anlam veremediğiniz şeyler olmaya devam ediyor, olacak. Fark ettiğin an hikâyen başlıyor aslında, kesik kulağın orada olduğunu gördüğünde, onu eline alıp üstüne gittiğinde. Yoksa uzaktan bakınca hiçbir sorun yok.

Blue Velvet, abartılı oyunculukların kırmızı ve mavi renkler içinde dağıldığı, imgelerin rüyalarla iç içe geçtiği, sesin ve görüntünün bozulduğu sahnelerine rağmen belli bir olay örgüsü çerçevesinde ilerleyen bir film. Janr olarak polisiye-suç-gizem olarak adlandırsak da türün kalıplarını kullandığı halde bu kalıpları aşıyor ve Lynchvari tanımını sonuna kadar hak ediyor. David Lynch’in kendine has sinemasını merak edenler için ilk filmi Eraserhead (1977) yerine bu filmden başlanılması özümseme açısından daha doğru bir tercih olacaktır. Şimdiden sancılı seyirler.