02.06.2017

Carol: Velev ki “Blanchett” Olmasaydı?

İsmini duyduğumuz andan itibaren merak ve heyecan içinde beklediğimiz bir film oldu Carol. Öyle ki Todd Haynes’in verdiği hatırı sayılır sinema esinden sonra bu merak ve heyecan daha bir katmerlendi. Lakin içine her defasında düşmemek için yarıştığımız ancak yine de düştüğümüz, o bilindik küçüklü büyüklü beklenti ve tabiri caizse kuru kafa avcılığı yine yaptı yapacağını! Birkaç dakika sonra sönüveren dinamiği ve her an yeniden kan pompalaması için seyre devam ettiğimiz Carol için bu sönüş artık alışagelen klimaların serinletmemesinden ötürü filan değil. Beklentinin bir oyunu ya da Carol’ın umutsuzluğu.

1900’lü yılların ortasında bir Amerika var Haynes’in takviminde. Moda için devrim sayılan yılların getirdiklerini olabildiğince kusursuzca işleyen bir görüntü yönetimi var karşımızda. Kürkler, drapeli elbiseler, olmazsa olmaz şapkalar; kalenin yüksek tepelerinde uyuyanlar için belirleyici olan konseptler ve eldivenler. Savaş sonrası yıllarda insanların devlet politikası gereği bütçe ve ekonomi sınavlarına paralel olarak bireysel bütçe ve ekonomilerini de keskin bir viraja soktuğu bir dönem bu bahsi geçen yıllar. Kastettiğimiz ise ev ekonomisi değil, sınıf ekonomisi. İşte böyle bir atmosferin içinde kadrajını açıyor Haynes. Bir noel arifesinde başlıyor Patricia Highsmith’in The Price of Salt romanından uyarlanan hikâye. İki kadının görünürde tellerden atlayarak aşklarına koştuğu bir serüvene yelken açmaya davet ediyor Carol.  Bu noel arifesinde orta ve üst kültür düzeyinin alışverişe çıktığı, daha aşağıdakilerin ise bu alışveriş sepetine ürün yerleştiren olarak konumlandığı bilindik bir başlangıç. Carol Aird, (Cate Blanchett) bu sepete ürün isteyen kadın; genç Therese (Rooney Mara) ise rafa uzanan ve müşterisini memnun etmekle görevli ikincil kadın. Yolları kesişen ikili oyuncak bebek yerine bir trende karar kılarlar. Kadın için belirlenen oyuncak yerine eril faktöre ait olan bir oyuncak seçmekten daha ötede yönetmen Haynes’ın bu tutumu. Benzeşim kurmak yerine başkalaşımsal bir eğriye oturtturduğu bu seçim, iki kadının kenarında durduğu şehre yine kenarından bir tren vasıtasıyla ne çok içinde ne de çok uzağında bir bakış ile izleme ihtiyacından doğmakta.

Kadınların şans eseri unutulan bir eşya aracılığı ile girdikleri diyalog, zaman içinde birbirinden uzak iki noktayı gıdım gıdım içine çekmeye başlar. Daha maskülen ile daha feminen olarak çizilen iki karakter yaratısında tasnif etmemekle beraber “zengin kız, fakir oğlan” klişesi de bir anlamda yapı bozuma uğrar. Bu klişe hikâyede artık iki kadın vardır. Ancak bu iki kadının, iki kadın olmaktan çok ilgilendiğimiz iki karakter kısmında yoğun ve dolu geçmiş yazgısı, yönetmenin tercih etmediğine kanaat getirdiğimiz oldukça yapay bir askıda sallanıyor. Filmin taşıdığı iki karakter ve odağına aldığı bu iki karakter üzerinden kurduğu anlatısında bir anlamda sit-com dizi karakteri gibi bir portfolyo ile karşılanınca ister istemez düşmemek için tutunacak tek sağlam dal Blanchett’in oyunculuğu oluyor. Çoğu kez beklediğimiz dinamiği alamayacağımızı hissettiren filmde, artık filmsel dokuyu bir kenara bırakıp sadece Blanchett’i izliyoruz.

Hikâye kısmının bu soft gerçekçiliğinin yanında grainli ve pastel New York caddelerinde resme bir de “aşk her şeyi geride bırakmaktır” mottosu giriyor. Anne karakterinin ilk etapta gördüğümüz çocuğu için endişelenen tavrı, bir anda her şeyi geride bırakıp belirsiz bir seyahate kapılarını açıyor. Karakterin yaşadığı gergin süreçten bir anda sıyrılıp kendini aşk otobanına atması, doğrusu filmin endişe ile bakılması gereken noktalarından. Mecburi ayrılma noktasında herkesin köşesine çekilmesini haklı kılan hikâyede iki karakter rutin hayatlarına döner ve aşklarına değil yaşam mücadelesine eğilirler bu kez. Hikâyenin bu olunmazlık içinde olur kabul gören ve belli doruk noktalarını inşa ettiği ajite anlarda şüphesiz en doğal yanı; bir şeyler yaşandı ve bitti tarafı. Yönetmenin tekrar eden sekanslar ile verdiği ve en başından beri ayrılık motifini tabağa koyduğu objeleri ise bu bitmiş yahut bitecek olan hikâyenin kayda değer nadir yanlarından. Haynes’in yaşlı bir adamın ihtiyaç duyduğu gibi filmini yasladığı kolonlar ise sıvasını, üst basamaklarda belirttiğimiz görüntü ve temel olarak teknik imkanlardan yoğuruyor. Yönetmenin harcına kattığı süper 16 mm film rulosunun toz pembe serabı kadar, bu seraba dalıp gitmek istesek de bu bile pek mümkün değil. Daha doğrusu dalmak ne mümkün!