12.02.2018

DoküPera: The Thin Blue Line

Belgeselciliğin yapı taşlarından biri

Errol Morris‘in tartışmalar yaratan The Thin Blue Line filmi, çoğu yerde belgesel türünün 12 Angry Men’i olarak tanımlanır. Bunun sebebi, filmdeki röportajların ve itirafların kanıt olarak kabul edilmesi ve yargılanan kişiyi idamdan kurtararak beraat ettirmesidir. 1976’da Teksas’ta işlenen bir polis cinayetini aydınlatmak için o dönemdeki görgü tanıklarıyla, polislerle ve sanıklarla yapılan röportajlardan oluşan film, “gerçek nedir, nasıl ortaya çıkarılır?” gibi temel ama ucu bucağı olmayan soruların peşine takar izleyicisini.

Errol Morris, mülakat-belgesel türündeki filmlerle tanıdığımız Amerikalı bir yönetmen. Aslında pek de iç açıcı gibi görünmeyen bu türü ilginç hale getirebilen, sıkıcı olabilecekken merak unsurunu da çok incelikli kullanıp seyircisini diken üstünde tutabilen bir yönetmen Morris. Dolayısıyla The Thin Blue Line‘ın hem içerik hem de biçim özellikleri bir belgesel sinema tutkunu için gözden kaçırılmayacak bir kilometre taşı haline getiriyor filmi.

Şüphenin gölgesini takip eden bir belgesel

The Thin Blue Line, aslında bitmiş bir sürecin sonunda ortaya çıkan ve süreci didikleyen bir film. Teksas’da bir cinayet işlenmiştir, öldürülen bir polistir. Taraflar dinlenmiş, zanlılar tespit edilmiş, gereken ne varsa yapılmış ve suçlu idama mahkum edilmiştir. Görünenler bunlardır. Ancak “gerçeğin hiçbir zaman göründüğü gibi olmadığının” altını kalın çizgilerce çizmek istercesine olayı tekrar gündeme getiren The Thin Blue Line, tüm vak’ayı bir kez daha ameliyat masasına yatırır ve didik didik eder.

Olayda adı geçen tüm kişilerle tek tek mülakat görüntülerine yer veren film, bir taraftan da olayı canlandırarak belgesel havasından sıyrılıp sanki bir suç filmi izliyormuşçasına seyircisini takibe çıkarır. “Acaba bu cinayet gerçekte nasıl işlendi?” sorusundaki “gerçek” kavramı o kadar hassaslaşır ki o güne kadar inanılan, güvenilen tüm ipuçları keskinliğini yitirir. Zaten “şüpheli” olan her şeyi allak bullak ederek “bir de böyle bakın” diyen Morris, belgelediği tüm görüntüler ve ses kayıtlarıyla belgesel sinemacılığın belki de en büyük gücünü ortaya koyar. Çünkü artık elinde “gerçeği” tamamen değiştirecek itiraflar vardır.

Belgeselin gerçek hayata etkisi

Randall Dale Adams, Teksas cinayetindeki maktül polis memuru Robert W. Wood’u öldürdüğü gerekçesiyle ölüm cezasına çarptırılan ancak daha sonra suçsuz olduğu anlaşılan kişi. On iki yıl hapis yatan ve ölümün gelmesini bekleyen Adams’ın suçlu olmadığı The Thin Blue Line belgeseli ile ortaya çıkar.

Randall Dale Adams, 28 Kasım 1976’da işlenen cinayetten hüküm giyer. Aslında tüm okların kendisini gösterdiği isim olan bir diğer şüpheli David Ray Harris‘in yerine Adams’ın hüküm giymesi akılda soru işareti bırakan bir durumdur elbette. İşte belgesel de bu şüphenin izinden giderek ve gerek polis, gerek davada adı geçen tanıklar, avukatlar gerekse Harris ve Adams’ın anlattıklarını bir araya getirerek Teksas polis cinayeti davasının tüm yönleriyle aydınlanmasını sağlar.

Kieslowski, çektiği belgesellerin kişilerin hayatına etkisini yadsıyamadığı için belgesel çekmeyi bırakır. Çünkü polis bir olayın aydınlatılması için Kieslowski’nin çektiği görüntüleri ister, onları kanıt olarak kullanacaktır. Yönetmen bunun hayata müdahale olduğunu düşünür ve bu onun için büyük bir sorumluluktur. Belgesel çekmekten böylece vazgeçer. Aslında tam da Kieslowski’nin kaçındığı durumun üzerine giden Morris ise suçsuz bir adamın hapisten kurtulmasında birincil dereceden etkili olur. Belgesel sinemacılığın sınırlarını epey zorlayan ve hayata müdahale alanını genişleten bu film elbette ki belgesel türü dendiğinde akla gelecek ilk filmlerdendir.