10.11.2016
En İyi 30 Uzakdoğu Filmi: 8 – Tokyo Monogatari
“Hayat insanı düş kırıklığına uğratıyor değil mi?”
Ozu, daha evvelki yazılarımızda da belirttiğimiz üzere Japonya’nın özünden uzaklaşmamış ve geleneksel kalıpları, kendine özgü normların dışına pek çıkmamıştır. Toplumun sancılı geçiş süreçlerini çok iyi tahlil etmiş, kendine has kamerası ile birkaç sahneden fark edilebilecek düzeyde kişisel sinema oluşturmuş ve kuşaklar arasındaki farklılıkları, kendi yaşamından da esinlenerek çok iyi idrak edip, perdeye yansıtmayı başarmıştır. Orta sınıfın yaşantısını her zaman en doğal hali ile ve filmden çok gerçek hissi ile aktarmayı başaran bu büyük ustanın belki de en önemli filmi, sinemayı etkileyen başyapıtı ve gelmiş geçmiş en iyiler arasında yer almayı hak edeni kuşkusuz Tokyo Monogatari’dir.
Taşra kesimde yaşayan ve epeydir çocuklarını göremeyen yaşlı bir çiftin, Tokyo’ya onları ziyarete gitmeleri sürecini ve devamında gelişen olayları anlatan film, yozlaşma, metropol insanının sorunları, kopma noktasına gelen aile bağları ve iletişimsizlik gibi günümüzde daha da önemli hale gelen konuları irdeliyor. Buradan hareketle, çoğu büyük film gibi, Tokyo Monogatari için de çağın ilerisinde olduğu ve günümüzde çok daha önemli bir hale geldiğini, yani değerini ve önemini hiç kaybetmeyip, daha da artırdığını söylemek mümkün.
Savaş sonrası Japonya
Ozu, yukarıda da bahsettiğimiz üzere, savaş sonrası Japonya ve karakter betimleri konusundan usta olarak nitelendirilir. Yine, kendine has üslubu ile bu konuya eğilir. Çocuklar, işleri olduğu ve yoğun oldukları bahanesi ile ebeveynleri ile ilgilenmezler. Ozu, bunu aktarırken her zamanki muhteşem atmosferini kurarak ve bizi evin bir köşesine yerleştirir. Meşhur olan, yukarıdan sabit bir görüş açısı barındıran kamera ile diyalogların ve yaşananların her anını nüfuz etmemize olanak tanır. İnanılmaz derecede doğal olan diyaloglar da eklenince artık gördüklerimiz bir film olmaktan çıkar ve komşu evi sahiciliğine döner. Oldukça durağan ve basit görünen bu tercih sayesinde Ozu, insanın her hareketinin, her anının ve bilhassa umutsuzluğunun da önemli olduğunu vurgular. Sahicilik öylesine derin kurgulanır ve aktarılır ki empati kuramamak ya da karakterleri içselleştirmemek neredeyse imkansızdır. Ozu, 1953 yılında çektiği bu filmle, 2000’li yıllara geldiğimizde teknoloji ve metropol etkisi ile yeniden içine ve evine kapanan, bağlarını gittikçe kaybeden insanımızı da altmış sene öncesinden resmeder. Bu ileri görüşlülüğü sayesinde meseleyi başından yakalar ve o dönem sinema tarihine de geçerek adeta uyarılarını dile getirir ama sözde gelişen dünya, bizi evlerimize ve teknolojik aletlerimizin ekranlarına hapsetmeyi başarır. Bu çıkarım biraz zorlama gelebilir ancak bazı olguların ya da yaşananların köklerine inmek, en başını ifade etmek bilerek ya da bilmeyerek yapılsın oldukça değerlidir ve bu ancak Ozu gibi ustaların elinden çıkmaktadır.
Gelenekselden evrensele
Ozu, filmde değerleri masaya yatırırken, yaşlı çiftin kendi çocuklarından görmediği şefkati, ölen oğullarının eşinden görmeleri yolu ile hikâyenin hem zıt hem de esas karakterini de yaratıyor. Sevgi için kan bağı olmaması gerekliliğinden, yalnızlığın insanları birleştirebilecek bir olumsuzluk olmasına kadar çok okumaya müsait bu ilişki, biraz olsun çiftin nefes almasını ve umutsuzluğun dibinden kurtulmalarını sağlıyor. Burada kendinden bir şeyler bulamayacak olan azdır. Çoğu zaman yakınlarımızdan, akrabalarımızdan görmediğimiz sevgiyi başkalarından görmekte, epey dibe vurmuşken bir yabancı el tarafından çıkarılmışızdır. Bu, dünyanın hemen her yerinde aynı olsa gerek ve Ozu’nun geleneksel sinemasının bir o kadar da evrensel olduğu gerçeğine işaret etmektedir. Zira, en başta insanı ele almakta ve onun etrafından ağını örmektedir. Tabii Ozu’nun her filmi için de bunları dile getirmek mümkün ama Tokyo Monogatari her açıdan bir adım önde.
Filmin bir yerinde iki kadın arasında geçen ve en unutulmaz diyaloglardan birini barındıran sahnede filmin en büyük derdi ortaya konur ve bu, çaresiz bir gülümseme ile kabullenmek zorunda oluşu ifade eder. Hepimiz hayata karşı bu tarz bir kabulleniş içerisindeyizdir ve bu anlamda, o kurulan cümle en güzel ifadelerden biridir;
“Hayat insanı düş kırıklığına uğratıyor değil mi?”