20.02.2017
!f Bağımsız Filmler Festivali Günlükleri – 4
The Fits
The Fits, ilk başlama sahnesinden seyircide önemli bir boks turnuvasına hazırlanan küçük bir kızın hayatına odaklanacakmış hissi uyandıran bir film. Lakin hikâye ilerledikçe çok daha farklı yollara kanalize olan, tabiri caizse seyirciyi ters köşe yapan bir film var karşımızda. Bir büyüme, kendini tanımlama, tanıma hikâyesi diyebileceğimiz The Fits, boks ringlerinden kocaman salonlara, hantal eldivenlerden küpelere, ojelere, sıkı sıkı atletlerden şatafatlı kıyafetlere doğru bir yol izliyor.
Kahramanımız Toni, abisi ile sürekli takıldığı için dâhil olduğu eril dünyadan, kalbinin sesine kulak vererek dansçı, çılgın üstelik baya da özgür takılan kadınların dünyasına geçiş yapıyor. The Fits, birileri ona öyle olmasını söylediği için süslü, çıtkırıldım dünyayı seçmiyor. Orada mutlu olduğu için seçiyor. Tamamen özgür iradesiyle. Üstelik kadınları bekleyen zorlu koşulları görmesi ve doğal olarak korkmasına rağmen asla vazgeçmiyor. Yer yer gerçeküstü yaşananlarla filmin yarattığı gerilim de gayet başarılı kotarılıyor.
Tuba BÜDÜŞ
The Queen of Ireland
İrlandalı drag queen Panti Bliss nam-ı diğer Rory O’Neill’in, tanınan bir LGBTİ hakları savunucusuna nasıl dönüştüğünü, İrlanda’da eşcinsel evliliklerin nasıl yasallaştığını anlatan bir belgesel karşımızdaki. O’Neill’in kendinden ya da arkadaşlarından dinlediğimiz sürece geçmeden önce O’Neill’in çocukluğundan nasıl bir süreç geçirip, bugüne geldiğini de dinliyoruz. Özellikle O’Neill’in tv programına katıldıktan sonra yükselen tansiyon ile filmin seyirciye verdiği etki de artıyor.
Bir hak mücadelesi ve bu mücadelede zafere giden yol belki öyle uzun uzun irdelenmiyor ama Panti’nin bir umut sembolü olarak kitlelerin içerisindeki yürüyüşü her şeye yetiyor. Panti özelinde LGBTİ hakları açısından çok önemli bir kazanıma (İrlanda’da eşcinsel evliliklerin yasallaşması) değinen, izlerken o coşkuyu, ruhu fazlasıyla hissedeceğiniz bir belgesel The Queen of Ireland.
Tuba BÜDÜŞ
My Scientology Movie
My Scientology Movie, öncelikle giriştiği işin ciddiyetinde, cesur ve realist bir yönetmenin eseri. Scientology Tarikatı’nın bilinmeyen yüzünü ifşa eden belgesel, daha önce tarikatın üst düzey sorumlularından olup da bir şekilde kendilerini sıyıran kişilerin verdiği bilgiler ışığında ilerliyor. Tarikattan ayrılanları, kendilerinin ağzından dinliyorken karşı tarafı ise kimi zaman bizim huzurumuzda seçilen oyuncular kimi zaman da daha önce ekranlara yansımış görüntüler üzerinden dinliyoruz.
Belgeselin en vurucu noktası ise filmde sadece belgesel ekibinin kamerasının çekimlerinin olmaması. Yönetmenin ya da oyuncuların, anlatıcıların cep telefonu kameraları ve Scientology müridlerinin kameraları her daim iş başında. Sürekli birileri, birilerini çekiyor. Yaşadığımız çağda da bir belgeselden bu beklenir sanırım. Peki, böylesine teknolojinin ilerlediği bir çağda nasıl da? Evet, belgeseli izleyince bu sözlerle başlayan birçok soru kafamızda uçuşmaya başlıyor. Lakin tarih hep bu tür vak’alarla hala ve hala dünyanın her bir tarafında dolu olduğu için bir süre sonra yaşanılan şaşkınlık geçiyor. Geriye peki, bu hep mi böyle sürecek? İnsanlık ne zaman aydınlanacak? soruları baki kalıyor.
Tuba BÜDÜŞ
The Red Turtle
Animasyon sanatının en naif hali. Studio Ghibli bu konudaki sofistike deneyimini bu sözsüz animasyon ile yine perdeye yansıtıyor. Animasyon filmlerinin en hüzünlülerinden biri. Bir adada tek başına kalan bir adamın hayatın evrelerini yaşamasını anlatan filmde, denizin, rüzgarın sesi eşlik ediyor bu yaşama. Şiir ve görsellik dolu bir animasyon. Hollandalı ilüstrator Michael Dudok de Wit ve Ghibli alışılmadık bir fabl anlatıyor. Klâsik Disney animasyonlarında deniz kızının prensese, kurbağaların prense dönüşmesi sihrine inananların bu anmasyondaki dev deniz kaplumbağasının bir kadına dönüşmesine anlayabilmesi için tek eksik öge bir cadı olsa da bu dönüşümü anlatabilmek için adadaki yalnızlık ve başka bir canlının varlığına olan ihtiyaç bu kadar güzel hikâyelendirilebilirdi. Temposu ve mesajı ağır bu animasyon, animasyon gibi değil. Oscar 2017 ‘de Zootopia veya Moana karşısında şansı olacağını sanmıyorum ama bence mutlaka izlenmesi gereken nefis bir çalışma.
İnci TULPAR
In the Last Days of the City
Bu film, Orta Doğu batağında çırpınan tüm ülkelerin, insanların sessiz bir çığlığı adeta. Doğup büyüdüğümüz, sevdiklerimizin, anılarımızın olduğu şehirler… Kimi zaman bu Bağdat, Lübnan, Kahire ya da başka bir şehir olabilir. Hepsinde savaş, yıkım, ölüm ve elbette acı var. Film odağına Kahire’yi alsa da dört sinema sevdalısı arkadaş üzerinden daha geniş bir coğrafyaya yayılıyor. Mısır’da Tahrir meydanında yaşananlardan önce henüz kıvılcımların oluştuğu süreçte geçiyor. Ve bu yükselen tansiyonu, şehrin son günlerini bize öylesine hüzünlü aktarıyor ki. Başkarakterin ev araması ve hiç uygun bir ev bulamaması muhteşem bir metafor görevi üstleniyor. Orta Doğu’daki her şehir yıkık-dökük, harabe ve yaşanamaz durumda. Üstelik bir yandan da tam da oranın sakinleri tarafından acımasızca yıkılmaktadır.
Bu oldukça iç acıtıcı filmi izlerken birçok şeyin bizlere çok tanıdık geleceğini de eklemeden edemeyeceğim.
Tuba BÜDÜŞ
Mısır devriminden sonra her şeyin değiştiği bir ülkenin başlangıç aşamasında irdeleyen yapım, Haneke’nin White Ribbon’da yaptığını kendi stiliyle kotarmaya çalışıyor. Ancak kurmaca ile belgesel arasındaki inci çizgiyi tutturamadığından dolayı film dağınık yapısıyla ilgi çekiciliğini yitiriyor. Film sadece belgesel olmaya oynasaydı, muhtemelen görsellerde yakalanan ayrıntılarıyla ve dönemin nabzını tutan tavrıyla takdir edilesi bir esere dönüşebilirdi. Fakat film elindeki malzemeye kıyamadığından dolayı kurgu anlamında sorunlar yaşamış. Konuyu dağıttığı gibi toparlayamamış. Belki daha fit kurgulu bir yapım olsa ya da mizansenlerde yakalanan samimi havayı genele yayabilse tadından yenmeyecek bir işe dönüşebilirdi. Bu haliyle biraz yarım kalmış.
Haktan Kaan İÇEL
Welcome to Norway
İyi İskandinav filmi denilince akan sular duruyor. İskandinavların ırkçı bakış açısını son derece zeki esprilerle seyirciye sunan yapım, tipik nordik kara mizahını başarılı bir şekilde kotarıyor. Göçmen politikalarındaki açıkları, bürokratik işlemlerin ağırlığını ve aslında bu insanlar üzerinden bir sektör kurulduğunu anlatan yapım, ince mizahıyla bir yandan seyirciyi güldürürken bir yandan da düşündürüyor. Kesinlikle festivalin en iyilerinden…
Haktan Kaan İÇEL
Maudite Poutine
Punk’ın asi tavrını filmin atmosferine yaymayı düşünen yönetmen, zayıf hikayesini stilize bir tarzla seyirciye sunmak isterken her şeyi eline yüzüne bulaştırmış ve izlenebilirliği köreltmiş. Siyah beyaz tercihindeki sinematografik görselliği heba ederken, film potansiyelini kullanamamış. Kimi mizansenlerde yakaladığı anlık başarıyı genele yayabilseydi, karşımızda asi bir manifesto görebilirdik. Ancak bunun yerine problemleri altında ezilen küçük insanların amaçsız hayatlarına dair bir deneme yaratılmış. Boğucu ve dağınık haline bakınca filmin Türkçe çevirisindeki ismin doğru olduğunu kabul etmek gerekir. Aynen filmin içeriğindeki gibi darmaduman…