19.02.2017

!f İstanbul: The Eyes of My Mother

Yalnızlık hakkında bir güzelleme.

Nicolas Pesce’in kariyerinin bu ilk adımı, açıkçası değme usta yönetmenleri kıskandıracak bir yapım. Francisca’nın  (Kika Magalhaes) çocukluğundan başlayan film, önce annesini sonra da babasını kaybetmesiyle ilerler. Son olarak Francisca’nın bir şekilde anne olmasıyla da devam eder. Lakin biz, Francisca’yı ilk tanıdığımızda başından geçen büyük dehşet, her ne kadar onu çok etkilememiş gibi görünse de onda devam edecek derin çatlamayı başlatır.

Üç epizod şeklinde planlanan filmdeki her bir süreç, Francisca’nın yalnızlığa karşı savaşmasıyla geçmektedir temelde. Zira Francisca’nın tek istemediği ve en çok korktuğu şey yalnız kalmaktır. Bu yalnızlık korkusu da filmin, oldukça ürkütücü, tekinsiz, rahatsız edici bir noktaya ulaşmasını tetikler sürekli. Oyuncağı bile olmayan Francisca’nın elindeki tek şey annesi ölmeden önce ona öğrettiği cerrahi aletler ve tek arkadaşı olarak gördüğü Charlie’dir. Hiç olmayan arkadaşı ve oyuncağı yerine koyduğu Charlie’ye Francisca’nın yaptıkları hem dehşet verici hem de oldukça çocukçadır. Zira hangi çocuk oyuncaklarını kırmadan, parçalamadan oynar değil mi?

Türler arası mükemmel bir lezzet…

 Birçok türe selam çakan The Eyes of My Mother, daha çok slasher olarak nitelendireceğimiz türe sırtını yaslamakta ama onun yanında dram dozunu da yalnızlık duygusu üzerinden palazlamakta sakınca görmemektedir. Hitchcockvari bir gerilim olarak da niteleyebileceğimiz bu siyah-beyaz film özellikle de kendine Alfred Hitchcock’un Psycho’sunu rehber edindiğini anlamak güç değil. Zira her an ortaya çıkan bıçak imgesi bile tek başına yeterli bir sebep.

Tüm bunların yanında hala filmlere çok fazla sirayet etmemiş olan nekrofili bile filmin tümüne olmasa da bir kesitine arsızca kaçak giriş yapmaktan çekinmiyor. İşkence, nekrofili, siyah-beyaz görüntü, Hitchcockvari gerilim, inceden bir dram, belki ensest, biraz eşcinsellik ve belki biraz da western…  Oldukça sinefil olduğu gözlerden kaçmayan, bu çiçeği burnunda yönetmen Pesce, sevdiği her bir şeyi aynı sepete koymak istiyor ve şaşırtıcı bir şekilde de bunu layığıyla başarıyor. Türler arası, mükemmel bir lezzet çıkarıyor ortaya.

Tek mekân ve zamansızlık birbirini destekliyor.

Şehir hayatından, böylece biraz da modern yaşamdan uzak bir hayat yaşayan Francisca’nın yaşadığı ev, uçsuz bucaksız bir arazide konumlanmıştır. Bu da tüm korku-gerilim filmlerinin ne de olsa ortak paydasıdır değil mi? Lakin filmimiz neredeyse bu ev ya da en fazla çevresindeki araziden dışarı çıkmayarak adeta tüm süresini tek mekâna hapsetmeyi tercih ediyor. Bu aynı mekâna hapsolmamızı, zamansız bir film olması da destekliyor. Zira siyah-beyaz olan filmin eski model bir televizyon dışında teknolojik ürünlere ve buna bağlı olarak zamana dair pek de bir işareti bulunmamaktadır.

Birçok yönetmeni ve onların başyapıtlarını kendine örnek almaktan geri durmayan Pences’in en büyük esin kaynağının Hitchcock ustanın Psycho’su olduğunu söylemiştik. Buna David Lynch’in tüm filmografisini de eklemekte sakınca görmüyorum. Lakin Psycho ve Lynch filmografisi ile biçim olarak büyük benzerlikler taşıyan filmin senaryo olarak akıllara Roman Polanski’nin başyapıtlarından Repulsion’u getirdiğini söylemem gerek. Neredeyse tek mekânda, yalnızlığıyla mücadele eden ve bu süreçte kendisini bir koza gibi sardığını düşündüğü evine yolu düşenlere karşı tavrı ile inanılmaz akrabalıklar taşıyor The Eyes of My Mother. Carol ile Francisca belki de sinema tarihinin en masum ama aynı zamanda da en vahşi, en sorunlu ama aynı zamanda da en net kahramanları sayılabilirler. Zira Francisca’nın filmin birkaç karesindeki duruşundan ve şu an açık edemeyeceğim sebeplerden dolayı Meryem Ana’yı temsil ederken birçok başka sebepten dolayı da şeytanı temsil ettiğini inkar edemeyiz.

Kika Magalhaes’ın performansı şapka çıkarılası derecede etkileyici.

Pesce’nin filminde her bir ayrıntıyı incelikle düşündüğünün bir diğer kanıtı ise kulağa fazlasıyla alışılageldik İngilizce yerine yer yer gerilim dozunu daha da arttırmak için Portekizce’ye ver vermesi olsa gerek. Francisca’nın yine annesinden öğrendiği bu ikinci dil, özellikle kilit sahnelerde ortaya çıkarak, üzerine düşen etkiyi fazlasıyla yaratıyor. Müzikleri, kostümleri, mekân tercihi ve mekânın döşenmesine kadar her bir ayrıntının asla es geçilmediği filmin, en büyük başarılarından biri de elbet Kika Magalhaes’ın karşısında şapka çıkarılası performansı olduğuna kimsenin itirazı olmaz diye düşünüyorum.