23.09.2017

Filmekimi Günlükleri – 4

herkese-karsi

War on Everyone (Herkese Karşı)

The Guard ile başladığı uzun metraj macerasında üçüncü durağa gelen İngiliz yönetmen John Michael McDonagh, Alexander Skarsgård ve Michael Peña’yı başrollere yerleştirdiği filmi Herkese Karşı’da yine aykırı tiplemelerle akılda kalıcı bir senaryoya da imza atıyor. Kendilerine özel yöntemlerle kendi “dava”larına bakan iki polisin maceraları olarak özetleyebileceğimiz film tabii ki bundan fazlasını vadediyor. Özellikle McDonagh’ın mizahına aşina olanlara harika dakikalar yaşatacak film, yönetmen ile henüz tanışmayanlar için de eğlenceli bir seyirlik olabilir. Akılda kalıcı tiplemelerle ön plana çıkan filmde Alexander Skarsgård ve Michael Peña’nın uyumu çok iyi.

Seçil TOPRAK

The Guard ve Calvary gibi nitelikli filmleriyle tanıdığımız yönetmen John Michael McDonagh, polislerin muzip dünyası üzerine filmler yapmaya devam ediyor. Bu sefer hikayesinin orta noktasına Amerika’nın kirli polislerini yerleştiriyor. Birbirinden salak ana karakterlerinin kuralları hiçe sayarak, suç şebekesine açtığı savaş filmdeki karakterlerden önce sizin gülerek ölmenize neden olabilir. Polis ve teşkilata dair her noktayla dalga geçen film, yılın iyi komedilerinden biri olarak değerlendirilebilir.

Haktan Kaan İÇEL

pastoral-america

Pastoral America

Ünlü oyuncu Ewan McGregor’un ilk yönetmenlik denemesinde bir dönem filmi çekmeye niyetleniyor. Amerika’nın siyah ırka karşı uyguladığı şiddet olaylarını ve ırkçı polis ile halkın savaşını arka fon olarak filme monte ederek Amerikan rüyası olarak adlandırılabilecek bir ailenin kabusa dönen hayatlarını mercek altına alıyor. Klasik Hollywood dönem filmi teknikleriyle kotarılan yapım, hikayesini farklı noktalara kaydırabilecekken yanmadan sönen kibrite dönüyor. Filmin olabildiğince sabırla başlayan hikayesi, bir anda hızlı bir çözümlemeyle sonra eriyor. Ter yüz etmek istediği klişelerin tuzağına düşüyor. McGregor’ın ilk filminde böyle bir konuyu ele alması maalesef, ona bir gömlek fazla geliyor.

Haktan Kaan İÇEL

the_student_cannes_interview_serebrennikov6

The Student (Öğrenci)

The Student, Rus yönetmen Kirill Serebrennikov’un muhteşem bir başyapıtı tek kelimeyle. Anlattığı birçok şeyi kısaca toparlamak gerekirse, The Student, ayakları yere sağlam basan, durduğu yerden emin olan, güçlü bir faşizm eleştirisi. Liseye giden,  kendini sorgusuz sualsiz elindeki İncil’e veren bir genç ve onun yaptıkları, sebep oldukları üzerinde ilerliyor film. Lakin film, dini temsil eden gencin karşısına bilimi ve aklı temsilen de biyoloji öğretmenini konumlandırıyor. Film, böylece tüm süresi boyunca din ile bilimi sürekli olarak karşı karşıya getirerek muhteşem bir çatışma yaratmayı başarıyor. En önemlisi ise yönetmenin yan karakterler üzerinden toplumun kafa yapısını fazlasıyla sert bir şekilde eleştirmesi olsa gerek.  İncil’den ayetleri ve bunun yanında birçok bilimsel gerçeği duyacağınız, kasvetli havasıyla daralacağınız, güçlü finali ile de oldukça tatmin olacağınız hakkının bilinmesi gereken bir eser The Student.

Tuba BÜDÜŞ

Captain Fantastic

Baştan sona iyi bir fikirden yola çıkılarak gerçekleşen film, uzun süre tıkır tıkır işliyor. Bir baba ve altı çocuğunun hikâyesi ve sorduğu sorular tek kelimeyle izlenebilirlik anlamında doruklara ulaşıyor. Filmin devamında yükselmesini beklerken, son otuz – kırk dakikada film ivme kaybederek tökezlese de, film eli yüzü düzgün bir şekilde finaline kavuşuyor. Ancak film başyapıt olma şansını, kendi kurduğu tezini çürüterek ve bazı ufak çaplı mantık hatalarıyla çuvallamasına neden oluyor. Bu kadar sistem karşıtı bir filmin, aniden kapitalizme sempatiyle bakması açıkçası filmin yaptığı en büyük yanlışlık olarak not edilebilir.

Haktan Kaan İÇEL

Adeta 2000’li yılların hippileri olarak tanımlayabileceğimiz bir aile, ailedeki eş/anne kaybının ardından yaşananlar ve modern/primitif yaşam öyküsünü harmanlayan Kaptan Fantastik, kendi içinde hikâyesini yalanlayacak manevralarla inandırıcılığını yitiriyor. Daha doğrusu karakterin dönüşümünü tamamlamak için çok ucuz numaralara başvuruyor. Kendisi “organik” olayım derken “inorganik” oluyor diyebiliriz. Film, her fikrin uzun metraja dönüşemeyeceğinin de bir kanıtı gibi. Kendi çıkışsızlığı içinde iyi bir fikri harcamış diyebiliriz.

Seçil TOPRAK

a-monster-calls

A Monster Calls (Canavarın Çağrısı)

Biraz masal, biraz estetik ve bolca hüzün… Bir çocuğun tek hayali annesinin iyileşmesi ve bunun için yapmayacağı şey yok. Buradan hareketle, güzel geçişler barındıran, animasyon hikaye anlatımı ile görsel açıdan doyuruculuk sağlayan ve Lewis MacDougall’ın başarılı performansı ile de izleyici bağlayan filmin, finale gittikçe oluşan beklentiyi karşılayamama durumu totalde epey puan kaybına sebep oluyor. İyi bir seyirlikten biraz fazlası olan film, yarattığı atmosferin etkisi ile hesaba artı puan koyabilse de bir süredir boşluğu hissedilen sağlam bir fantastik film kontenjanını doldurması için yeterli gücü gösteremiyor.

Onur KIRŞAVOĞLU

İsyan, veda, kabullenme ve tüm bunları da içine alan bir büyüme öyküsü Canavarın Çağrısı. Küçük bir çocuğun – Conner’ın – uzun süredir tedavi gören annesiyle vedasına varan öykünün kilometre taşlarını oluşturan ayrıntılar, filmin hem atmosferi hem de öykü gelişimi için yeterli olmasa da izleyenleri etkileyebilecek duygusal tona sahip. En büyük etkiyi de yaşı küçük ama oyunculuğuyla göz doldurabilecek yetenekte Lewis MacDougall’la elde ediyor.

Seçil TOPRAK

after-the-storm

After the Storm (Fırtınadan Sonra)

İlişkilere ve insanlara dair incelikli filmleriyle sinema dünyasının takdirini kazanan Japon yönetmen Hirokozu Koreeda, Our Little Sister’dan hemen sonra After the Storm’u tamamlamıştı. Günlük yaşantıdan seçilen bir hikâye üzerinden olabildiğince yalın bir anlatımı tercih eden film, her insanın karşılaşabileceği boşanma sonrası kendini kabul ettirmeye çalışan bir adamın hikayesine odaklanıyor. Kiki Kirin’in yine döktürdüğü oyuncu performansının yanı sıra, abartısız bir kaybeden hikayesini nüktedan ve mütevazi bir şekilde anlatmasıyla takdiri hak ediyor. Ancak üst seviyeye geçmek için film fazla sıradan kalıyor. Bilhassa doğal oyunculuklar filmin en büyük kozu diyebiliriz.

Haktan Kaan İÇEL

frantz-4

Frantz

Bizleri kendine hasret bırakmadan bir sonraki filmiyle hemencecik karşımızda arzı endam eden François Ozon, yine estetik anlayışı, dili, bakışı, görüşü ile etkilemeyi başarıyor. Ozon bu kez biz seyircileri, yıllar öncesine,  Birinci Dünya Savaşı’nın bitimine götürüyor. Savaşın, Almanya ile Fransa arasında geçen kısmıyla ilgilenen film, mecburiyetten orduya yazılan bir Alman ve Fransız asker üzerinden yaratığı çatışma ile tek kelimeyle çok etkileyici. Böylesine güçlü bir çatışma üzerine kurulan filmde tüm karakterler oldukça anlamlı ve yerinde. Oyunculuklar, karakterler, sinematografi, senaryo ve kurgu hepsi ama hepsi tek kelimeyle kusursuz. Siyah- beyaz ile renkli görüntüler arasında gidip gelen, bu yaptığıyla bile söyleyeceklerini dillendirmeye devam eden Ozon’un en güzel yaptığı şeylerden biri ise şiiri, müziği, operayı, resmi kısacası sanatı incelikle eserine nakşetmesi olsa gerek.

Tuba BÜDÜŞ

Bir dönem filmi çekilecekse böyle çekilsin denilebilecek estetikte bir film… Yönetmen Ozon, duygu yüklü bir hikâye çatısının altında izleyiciye takır takır işleyen bir seyir keyfi sunuyor. Siyah beyaz olarak kataloglarda film yer alsa da, Ozon sinema mucizesine yer yer renk katarak keyfi katlamayı kendine bir görev edinmiş. Film katman katman sabırlı bir şekilde ilerleyen kurgusunda, olgunlaşmış bir sinemanın nimetlerini sunuyor. Ozon’un yüzünü mükemmel kullanması sayesinde güzelliği tüm hatlarıyla gösterilen Paula Beer’in yönetmenine minnettar olması gerekiyor. Çünkü bu filmden sonra ona farklı kapılar açılabilir.

Haktan Kaan İÇEL