18.10.2017

FİLMEKİMİ: Loveless

Aile Kavramı Üzerinden Ülke Röntgeni

The Return, The Banishment, Elena ve son olarak Cannes Film Festivali’nde En İyi Senaryo başta olmak üzere birçok festivalden ödülle dönen Leviathan ile tanıdığımız Andrey Zvyagintsev, kendini çok özlettirmeden bir kez daha perdede son göz bebeği ile arzı endam ediyor. Loveless, prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali’nden aldığı Jüri Özel ödülü alarak heyecanı daha da arttırmıştı. Filmekimi sayesinde çok da beklemeden hasret giderme şansı bulduğumuz Loveless, Zvyagintsev’nin filmografisine hâkim olanlar için özellikle muhteşem bir ziyafet. Zira Zvyagintsev, birazcık malzemeleri değiştirerek bambaşka bir sunum yapmayı başarıp hem çok farklı hem de çok tanıdık bir film yaratıyor desek yeridir.

Zvyagintsev’nin filmlerinin arka fonuna her zaman ülkesinin fotoğrafını koyduğunu biraz önce de dediğim gibi onun filmografisine hâkim olanlar belledi çoktan. Zira ilk filminden bu yana her zaman için ön planda işlenen hikâyenin temeli, dayanak noktası, asıl beslendiği yer hep ülkesinin yani Rusya’nın çökmekte olan haleti ruhiyesidir. Hatta yönetmenin asıl gözler önüne serip değinmek istediği mevzu ülkenin durumu olur. Lakin Zvyagintsev, kör göze parmak bir anlatımdansa alegori yaratarak gerçeklere perde aralamayı tercih eder. Loveless da pek tabii haliyle bu seçimin yapıldığı filmlerden. Zvyagintsev, Loveless’daki ülkesinin haline olan ağıtını bir aile üzerinden dillendirmeyi seçer bu kez. Hatta film ilerledikçe sadece çekirdek aile değil soy ağacı misali dallanıp budaklanan ilişkiler çerçevesinde birçok ailevi ilişkinin perdeye yansıdığına şahit oluruz.

Gizemli Bir Kayboluş

Peki, şahit olduğumuz bu aile ilişkileri nasıldır? Zvyagintsev, ülkesinin iletişimsizlik, sevgisizlik noktasında ne kadar kötüye gidebileceğinin resmini oldukça sert bir şekilde çizmekten asla geri durmuyor. Boşanmak üzere olan ve çocuklarının velayetini almak istemeyen bir çiftin onu kaybetmesiyle başlar aslen hikâye. Birbirinden kopmuş, yeni sevgililer edinmiş bir çiftin çocuklarını kaybetmesiyle her şey sarsılır. Bu süreçte yapılan hatalar fark edilirken içinde bulundukları ya da kendilerini yerleştirdikleri fanusun içerisindeki zavallılıklarını da görmüş olurlar. Oldukça hızlı ve keskin bir şeklide başlayan yeni hayatlar Alyosha’nın (Matvey Novikov) arandığı süreçte yavaş yavaş çözülmeye başlar. Ve biz seyirciler de an be an bu çözülüşe şahit oluruz.

Zvyagintsev, derdini anlatmak için çatışmasını filmin başkarakteri olacakmış gibi bizlere yansıttığı Alyosha’yı kaybederek yaratıyor. Üstelik bu kaybolma konvansiyonel sinemada olduğu gibi ipuçlarını takip ederek sonuca ulaşılan cinsten olmuyor elbette. Zvyagintsev, Michelangelo Antonioni ustanın başyapıtı L’avventura’daki ya da Asghar Farhadi’nin başyapıtı Darbareye Elly’deki gibi bir bilinmezliğe sürüklüyor bizleri. Nasıl ki L’avventura’da Anna veya Darbareye Elly’de Elly anlam veremediğimiz bir bilinmezliğe gidiyorsa Alyoşa’nın durumu da tıpa tıp aynıdır. Zaten bu üç filminde meselesi kaybolan karakter ve onun bulunması değil arkada kalan karakterlerin kendi aralarındaki ilişkiyi veya bizzat kendilerini sorgulamalarıdır. Bu nedenle sıkı bir takip gerektiren ve her anı sürprizlere, heyecana gebe olan bir kayıp aranıyor filmi beklentisine giren seyirci için tam bir hayal kırıklığı olacaktır Loveless.

Sarsıcı Bir Din ve Devlet Taşlaması

Loveless’ın yine büyük akrabalık taşıdığı L’avventura ve Darbareye Elly ile olan bir diğer bağına geçecek olursak, o da bu filmlerin hepsinin meseleyi doğanın içine, ıssız bucaksız koynuna sürüklemesi olsa gerek. Kimi zaman kıyıdan bakakaldığımız kimi zaman da falezlerin tepesinden baktığımız denize taşı atan filmler gibi Loveless da ormana, hatta tek bir ağaca, onun haddinden fazla büyüyüp serpilen dalları sürekli hedef gösterilir. Elbette tamamen seyircinin algılarıyla oynama amaçlı bu hamleler için aynı zamanda doğadan gelip doğaya gidecek olan insanlığın sürecinden de etkilendiği söylenebilir.  Alyosha’nın kaybının üzerinden arama sürecinde yaşanılanların Rusya’nın devlet kurumlarının işleyişinin geldiği noktayı gözler önüne sermesi açısından oldukça çarpıcı bir resim ortaya koyuyor. Tıpkı Darbareye Elly’de Elly’nin aranması sürecinde İran’ın şeriat rejiminden dolayı yaşanılan sıkıntıları ele alması gibi. Kaybolan bir çocuğu bulma noktasında bile mesnetsiz kalan devletin zavallılığının yanına Zvyagintsev’in her filminde hedef tahtasından inmeyen Hıristiyanlık da payına düşeni fazlasıyla almakta.

Devlet kurumu ve dinin hedef tahtasına oturtulduğu Loveless’da bireyler ortaya konulan resmin neresindedir? İşte belki de filmin en gerçekçi ve oldukça sert olmasının en büyük sebebi buradaki seçimde yatıyor. Zira Zvyagintsev, bireyleri gereksiz bir masumlaştırma hamlesine girmeden ortaya koyarak biz seyircileri de tarifi mümkünsüz bir umutsuzluğa zerk ediyor. Her şeye rağmen sarılacağımız bir umut kapısı bırakmayarak acımasız davrandığını düşünenler olabilir belki. Fakat sorarım sizlere yıllarca aynı vurdumduymazlıkla yönetilen ülkelerdeki bireylerin liderlerine benzediklerine şahit değil miyiz? Öyleyse neden fazla gelsin ki bu iddia?

Sevgisizlik ile Heba Olan Nesiller…

Bir de yine Filmekimi filmlerinden Michael Haneke’nin de Happy End filminde ya da Ruben Östlund’un The Square filmlerinde dert edindikleri sosyal medya bağımlılığı da iletişimsizliği, sevgisizliği yaratan baş suçlulardan biri olarak Zvyagintsev’in parmaklarını ucunda hedefe konuluyor. Sosyal medya, çürüyen devlet sistemi, din kurumu ve tüm bunların sonucunda gelen sevgisizlik… Bu sevgisizliğin ortasında heba olan yeni nesil…

Buz gibi hikâyesine eşlik eden seyircinin kanını donduran soğuk renkleri ve yine artık Zvyagintsev’nin alameti farikası olan seyirciyi adeta büyüleyen plan sekansların cazibesi filmin başarısındaki en önemli etkenlerden. Senaryonun cazibesine sinematografinin muhteşemliği eklenmeseydi çok eksik bir film olabilirdi belki. Zira Zvyagintsev’in yarattığı atmosfer, hikâyenin tamamlayıcı unsuru olarak filme hayat sağlayan ana damarlardan birini üstlenmekte. … Zvyagintsev, filmografisinin en iyisine ya da iyilerinden birine imza atmıyor belki ama yine boğazımıza oturan, sarsıcı bir film ile bizleri buluşturuyor.