19.09.2018
Filmekimi’nde Neler İzleyeceğiz: Öne Çıkan 20 Film
Filmekimi programından seçmeler
Hirokazu Kore-eda’nın Cannes’dan Altın Palmiye’yle dönen yeni filmi: Arakçılar
Hirokazu Kore-eda’nın yeni filmi Arakçılar / Shoplifters, yönetmenin sevilen tarzını yansıtan dokunaklı bir aile dramı. Filmin kahramanları, ufacık bir evde yaşayan ve geçinmek için süpermarketlerden yiyecek çalan bir aile. Sokakta terk edilmiş küçük bir kızı kendilerince evlat edinen aile böylece büyüyor, ancak bu iyilik cezasız kalmıyor. 1997’den bu yana Altın Palmiye kazanan ilk Japon filmi olan Arakçılar, Cannes ana yarışması jüri başkanı Cate Blanchett tarafından, “oyuncuların performansları, yönetmenin vizyonuyla iç içe geçiyor” diyerek övülmüştü. 2013’te Filmekimi’nde gösterilen Like Father Like Son / Benim Babam, Benim Oğlum filmiyle aklına düşen “aile nedir?” sorusunu toplumsal bir açıdan ele alan Kore-eda hem tekniği hem de konusuyla Japon sinemasının efsane yönetmeni Ozu’yu anımsatıyor.
Yeni Godard filmi İmgeler ve Sözcükler
Filmekimi’nden açıklanan ilk film, efsane Jean-Luc Godard’ın yeni filmi İmgeler ve Sözcükler / Le livre d’image / The Image Book. İmgeler Ve Sözcükler, dünya prömiyerini yaptığı Cannes’da ilk kez verilen Özel Altın Palmiye’yi kazandı. Dünyanın en yaratıcı, hiçbir kalıba sığmayan yenilikçi yönetmenlerinden Godard’ın bu son filmi yine kışkırtıcı, yine zorlayıcı, politik ve zihin açıcı. Farklı formatların, görüntü kaynaklarının, ses parçalarının kolajlandığı İmgeler Ve Sözcükler, Godard’ın sinemada artık hiçbir şeye özgün denilemeyeceğini iddia eden bir zihin egzersizi, görsel bir bombardıman, yine heyecan verici bir başyapıt.
Nadine Labaki’nin Jüri Ödüllü filmi Capharnaüm / Kefernahum
Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki’nin son derece dokunaklı son filmi Capharnaüm, 12 yaşındaki Zain’in kısacık hayat hikâyesini anlatıyor. Ailesinden sevgi dışında hiçbir şey alamadığını, ihmal edildiğini söyleyen, nüfusa kayıtlı bile olmayan Zain, Beyrut’un en fakir mahallelerinde bazen tek başına, bazen mülteci bir kadının sıcak kucağında hayat mücadelesi veriyor ve sonunda anne-babasını mahkemeye veriyor. Çocukluk, aile, göçmenlik, sevgi gibi evrensel kavramları işleyen filmde Zain rolünü olağanüstü bir performansla üstlenen küçük Zain Al Rafeea, gerçekte Beyrut’ta Suriyeli mülteci bir ailenin çocuğu olarak tıpkı filmdeki gibi zorluklar yaşamış. Nadine Labaki, 2008’de Karamel adlı filminin gösterildiği İstanbul Film Festivali’ne konuk olmuştu.
Pawel Pawlikowski’ye En İyi Yönetmen ödülü kazandıran Soğuk Savaş
Ida ile başta Oscar olmak üzere ödüle doymayan yönetmen Pawel Pawlikowski, yine İkinci Dünya Savaşı’nın küllerine dönüyor. Cannes’da dünya prömiyerini yaparak Pawlikowski’ye En İyi Yönetmen ödülünü kazandıran Soğuk Savaş / Cold War 1950’lerde, Soğuk Savaş sırasında, Polonya’dan Berlin’e, Yugoslavya’dan bohem Paris’in gece kulüplerine uzanan, iki müzisyen arasındaki tutkulu aşkı anlatıyor. Zamanda sıçrayarak ilerleyen hikâyesi, melankolik havası, sade, siyah-beyaz görüntüleriyle birbirinden vazgeçemeyen iki âşığın tutkusunu perdeye aktaran filmin en güçlü yönlerinden biri de müzikleri. Caz ve şansonların yanı sıra folk ezgilerini de barındıran filmdeki şarkılar ve aranjmanlar Mazowsze ile avangart piyanist ve besteci Marcin Masecki’ye ait.
Cannes’da En İyi Senaryo Ödülü’nü kazanan Mutlu Lazzaro
The Wonders / Mucizeler ile sevdiğimiz Alice Rohrwacher’in son filmi Mutlu Lazarro / Lazzaro Felice günümüz dünyasını mistik öğelerle ele alan bir dostluk hikâyesi anlatıyor. İtalyan sinemasının yükselen yeteneklerinden Alice Rohrwacher'in insanın ruhuna işleyen filmi, hem tarzı hem konusuyla efsane Pasolini'nin yapıtlarını anımsatıyor. Düz bir zaman çizgisi izlemeyen ve Super16 filmle çekilen Mutlu Lazzaro, özellikle filme adını veren masum Lazzaro rolündeki Adriano Tardiolo’nun performansıyla öne çıkıyor.
Kült yazar Haruki Murakami’nin öyküsünden sinemaya uyarlanan Şüphe
Kült yazar Haruki Murakami’nin öyküsünden sinemaya uyarlanan Şüphe / Burning, dünya prömiyerini yaptığı Cannes’da tüm eleştirmenlerin beğenisini kazandı ve FIPRESCI ödülünü aldı.
Şüphe vasıfsız bir genç, âşık olduğu güzel kız ile zengin ve küstah bir adam arasındaki aşk üçgeni ekseninde bir öfke ve saplantı hikâyesi anlatıyor. Gitgide artan gerilimiyle usta işi bir Murakami uyarlaması olan Şüphe, Vaha, Güneşli Kent ve Şiir filmleriyle tanıdığımız Lee Chang-dong’un sekiz yıl aradan sonra çektiği ilk film. Gizemli öyküsü etrafında şekillenen filmin gücü, izledikten çok sonra bile hafızalarda yerini koruyan, emsalsiz bir özenle kurgulanan sahnelerinden kaynaklanıyor. Filmin başrollerini Koreli oyuncu, moda ikonu, sanat tarihçisi Yoo Ah-in, Walking Dead ve Okja’dan tanıdığımız Steven Yeun ile Jeon Jong-seo paylaşıyor.
Cannes’ın En İyi İlk Film’i: Kız
Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde dünya prömiyerini yapan, Lukas Dhont’un yönettiği Kız / Girl, 15 yaşındaki ergen bir trans bireyin balerin olma mücadelesini anlatıyor. Kız, Cannes’da FIPRESCI Ödülü, En İyi İlk Film’e verilen Altın Kamera, Kuir Palmiye ödüllerini kazandı, başroldeki genç oyuncu Victor Polster’e de Belirli Bir Bakış Bölümü–En İyi Erkek Oyuncu ödülünü getirdi.
Filmin çıkış noktası, yönetmen Dhont’un 2009’da Belçika’da bir gazetede okuduğu haber. Dhont, “böyle bir cesaret öyküsü, benim ilk filmimin konusu olmalı” diyerek yola çıkmış. Kız, Oscar and the Wolf’un “Strange Entity” şarkısına çektiği kliple de tanınan Dhont’un yönettiği ilk uzun metrajlı film.
Lars Von Trier’in son filmi: Jack’in Yaptığı Ev
Jack’in Yaptığı Ev / The House That Jack Built, parlak oyuncu kadrosuyla göz kamaştırırken dehşet verici hikâyesi ve görselliğiyle izleyicileri ve eleştirmenleri ikiye böldü. Her filminde izleyiciyi zorlayan Von Trier, Cannes’da dünya prömiyerini yapan son filminde çıtayı iyice yükseltti. Film, 1970’lerde başlayıp, bir seri katilin 12 yıl boyunca işlediği korkunç cinayetleri katilin gözünden takip ediyor.
The House That Jack Built, 2013 tarihli Nymphomaniac’tan bu yana sessiz kalan Lars Von Trier’in ve Matt Dillon’ın muhteşem dönüşlerini haber veriyor. Filmin oyuncu kadrosunda ayrıca Bruno Ganz, Uma Thurman, Riley Keough de yer alıyor.
“I Stand Alone”u beğenmediniz; “Irreversible”den nefret ettiniz; “Enter the Void”dan tiksindiniz; “Love”a küfrettiniz. Bir de “Climax”i deneyin!
İzleyicilerini sonuna kadar zorlayan Gaspar Noé, Cannes’da Yönetmenlerin On Beş Günü bölümünün en iyi filmi seçilen Climax’te de kuralı bozmuyor. “Rüya ve kâbuslarını” perdeye yansıtan Noé, son filminin merkezine bu kez dansçıları yerleştiriyor. Dansçılar son provalarını yaptıktan sonra beklenmedik bir gelişmeyle Noé tarzı sürpriz, hazmı zor olaylar birbirini kovalıyor. Climax’in dansçılarını dansçı-müzisyen Kiddy Smile Paris’te “dans savaşları”ndan seçti. Filmin koreografileri Diplo, Sia, Björk, Rihanna, 30 Seconds to Mars’la çalışmış Los Angeles’lı Nina McNeely’ye ait. Koreograf rolündeki Sofia Boutella’yı Kingsman filminden tanıyoruz. Filmde waacker, krumper ve electrodancers gibi farklı sokak dans tarzları yer alıyor.
Lanthimos’tan bir dönem filmi: Sarayın Gözdesi
The Lobster, Köpekdişi, Kutsal Geyiğin Ölümü gibi her filmi büyük ses getiren Yorgos Lanthimos’un, prömiyerini yaptığı Venedik Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü kazanan son filmi, yönetmenin önceki filmlerine kıyasla çok farklı, çünkü bir dönem filmi. 18. Yüzyılda geçen filmde Fransa ile savaş sürerken iki soylu kuzen, Marlborough Düşesi Sarah ile akrabası genç Abigail, İngiltere Kraliçesi Anne’in gözdesi olmak için birbirleriyle rekabete girer. Kraliçe Anne’in sağlığı bozulurken iktidar, hırs, aşk ve hasetten güç alan saray entrikaları alıp başını gider. Günümüzün en parlak üç kadın oyuncusu, Emma Stone, Olivia Colman ve Rachel Weisz’ı bir araya getiren Sarayın Gözdesi / The Favourite, The Crown, All About Eve ve hatta Jackie Brown ile karşılaştırılan, yeni bir Lanthimos başyapıtı, Variety dergisine göre “kusursuz kesimli bir pırlanta”.
Tarihin en büyük müze soygunlarından biri: Müze
Berlin Film Festivali’nden En İyi Senaryo ödülüyle dönen ve Alonso Ruizpalacios’un birçok festivalde ödüllendirilen Güeros’tan sonra çektiği ilk film olan Müze / Museo, Meksika’nın bu en kötü şöhretli soygununu içeriden bir bakış açısıyla anlatıyor. 25 Aralık 1985’te Meksika’nın en saygın, en bilinir, neredeyse kutsal mekânlarından Meksika Antropoloji Müzesi’nin soyulma hikâyesini anlatan Müze’nin senaryosunun yazım sürecinde soyguna bir şekilde bulaşanlarla da görüşmeler gerçekleştirildi. Başrollerden birini üstlenen Gael García Bernal, aynı zamanda filmin yürütücü yapımcılarından. Filmin çekimleri üç ay boyunca Mexico City, Acapulco ve Palenque’de yapıldı ve Antropoloji Müzesi’nde çekim yapılmasına ilk kez izin verildi.
Los Angeles’ta komplo peşinde: David Robert Mitchell’den Gölün Altında
It Follows ile hayranlığımızı kazanan David Robert Mitchell’ın Cannes’da dünya prömiyerini yapan son filmi Gölün Altında / Under The Silver Lake, Hitchcock’tan esinlenen, popüler kültüre sonsuz gönderme içeren, yönetmeninin tabiriyle “Los Angeles denen o karanlık ve çarpık fantezi dünyasını” keşfe çıkan bir neo-noir.
Never Let Me Go ile tanıyıp sevdiğimiz, Örümcek Adam’la ününü pekiştiren Andrew Garfield’ın neredeyse tek başına sürüklediği Gölün Altında, cinayetlerden çizgi romanlara, küresel komplolardan şarkılardaki gizli mesajlara geçiveren çok hareketli, eğlenceli ve renkli bir kara film.
Yılın en çok konuşulan filmlerinden: Dogman
Gomorrah ile mafya ve şiddet sarmalını ele alan Matteo Garrone’nin Cannes’da Altın Palmiye için yarışan son filmi, bu kez küçük bir kıyı kasabasında kötülüğün ve şiddetin toplumdaki izlerini arıyor. Git gide sertleşen atmosferi ve gerçekçi yaklaşımıyla Dogman, İtalya’nın en prestijli ödüllerinden Gümüş Kurdele’lerde sekiz dalda ödül kazanarak yılın en çok konuşulan filmlerinden biri oldu. Başroldeki, oyunculuk eğitimi almamış Marcello Fonte’nin etkisiyle sessiz sinema döneminin efsaneleri Buster Keaton ve Charlie Chaplin’e de gönderme yapan film, Cannes’da Palm Dog ödülünü de kazanırken, Fonte de En İyi Erkek Oyuncu ödülünün sahibi oldu.
Terry Gilliam’ın kendisi efsaneye dönüşen son filmi: Don Kişot’u Öldüren Adam
Efsane yönetmen Terry Gilliam’ın kendisi de efsaneye dönüşen son filmi, bir tutku projesi; hiç dinmeyen temposu, yaratıcı olay örgüsü, dev oyuncu kadrosu, gözalıcı mekânları ve sıradışı mizah anlayışıyla tam bir Terry Gilliam başyapıtı. Cervantes’in başyapıtından esinlenen filmde Adam Driver kendini beğenmiş bir reklam yönetmenini, Jonathan Pryce ise kendini Don Quixote sanan bir adamı canlandırıyor. İkili, yıllar sonra yeniden karşılaşınca acımasız bir Rus oligark, ırkçı bir yapımcı ve eski aşkların da karıştığı, gerçekle hayalin, geçmişle günümüzün buluştuğu çağdaş bir Don Quixote hikâyesinin ortasına düşüyorlar. Filmin 1990’larda başlayan yapım süreci hastalıklar, davalar, finansman sıkıntıları, hatta sel baskını gibi çeşitli talihsizlikler yüzünden 2018’e kadar aksadı. “Yapılamama” hikâyesi 2002’de Lost in La Mancha adlı belgesele konu olan Don Kişot’u Öldüren Adam / The Man Who Killed Don Quixote, dünya prömiyerini Cannes Film Festivali’nin kapanışında yaptı.
Çok yönlü bir müzik belgeseli: Whitney
Pop müziğin en sevilen ve tartışılan isimlerinden; 200 milyon albümle müzik tarihinin en çok satan kadın şarkıcısı, parlak kariyerine sinemayı da ekleyen skandalların kadını, henüz 48 yaşında ölen Whitney Houston… Oscar’lı yönetmen Kevin Macdonald’ın dünya prömiyerini Cannes’da yapan bu çok yönlü müzik belgeseli, yalnız yıldızın ölümünden kariyerinin neden yalpaladığına, geçmişinden yıldız oluşuna merak edilen birçok noktayı ele alıyor. Hiç gün yüzüne çıkmamış özel filmleri, ailesi ve en yakınlarıyla yapılan röportajlar, demo kayıtlar ve pek bilinmeyen sahne performanslarını bir araya getiren Whitney, sadece bu benzersiz sanatçının hayatına değil ABD müzik endüstrisine ve toplumuna de göz atıyor. Yönetmen Kevin Macdonald’ı Bob Marley’i konu alan 2012 tarihli filmi Marley, kurmaca filmi İskoçya’nın Son Kralı ve Youtube projesi Life In A Day / Dünyanın Bir Günü ile tanıyoruz.
Luca Guadagnino’dan giallo klasiğinin yeni yorumu Suspiria
Geçen yıl Filmekimi’nde izlediğimiz çok ses getiren Call Me By Your Name / Beni Adınla Çağır ile izlediğimiz Luca Guadagnino bu kez korku sinemasına el attı ve giallo türünün en bilindik filmlerinden, Dario Argento’nun 1976 başyapıtı Suspiria’yı yeniden çekti. Venedik Film Festivali’nde dünya prömiyerini yapan filmin konusu, orijinaliyle neredeyse aynı: 1977 yılında, Berlin’de, dünyaca ünlü bir dans trupuna karanlık güçler musallat olmuştur; dansçılardan bazıları bu güce yenilir, bazılarıysa mücadeleyi seçer. Duyurulduğu ilk andan beri merakla beklenen Suspiria, Tilda Swinton ve Dakota Johnson’lı parlak oyuncu kadrosu, özünü aldığı kült film, sürekli artan huzursuzluk hissi ve benzersiz görselliğiyle uzun süre zihninizi kurcalayacak. Suspiria’nın müzikleri Radiohead’den Thom Yorke tarafından bestelendi, koreografiler ise sinema, tiyatro, moda ve dans alanlarında tanınmış sanatçı Damien Jalet’ye ait.
Her filmiyle olay yaratan Sorrentino’nun son filmi Loro
Her filmiyle olay yaratan, Muhteşem Güzellik’le Oscar’a, The Young Pope ile TV ekranlarına uzanan Paolo Sorrentino, yine ülkesinin entrika dolu dünyasına dönüyor ve kamerasını bu kez eski başbakan Silvio Berlusconi’ye çeviriyor. Sorrentino bir yandan skandalların adamı Berlusconi’yle sınır tanımadan dalga geçiyor, bir yandan da İtalyan siyasetine ilginç bir açıdan göz atıyor. Kurt siyasetçiyi, Sorrentino’nun birçok filminde birlikte çalıştığı Toni Servillo canlandırıyor. Toronto Film Festivali’nde uluslararası prömiyerini yapan Loro, siyasi hicvin en çağdaş ve en usta örneklerinden birini beyazperdeye getiriyor.
Bir Yıldız Doğuyor
Sinemanın en bilindik aşk hikâyelerinden biri, bu kez en parlak Hollywood yıldızlarından Bradley Cooper’ın yönetmenliğini ve başrolünü üstlendiği, Lady Gaga’nın ise Hollywood’da üstlendiği ilk büyük rolünde göz kamaştırdığı bir filmle beyazperdeye dönüyor. Bir Yıldız Doğuyor’un sönmeye yakın yıldızı Jackson Maine, şöhretten bunalmış, teselliyi içkide arayan bir rock efsanesidir. Jackson, bir barda rast geldiği amatör şarkıcı Ally’nin sesine hayran kalır ve onu şöhretin basamaklarına çıkarır. Hangover serisi ve Silver Linings Playbook / Umut Işığım gibi filmlerde rol alan Bradley Cooper’ın bu ilk yönetmenlik denemesinde American Horror Story Apocalypse’teki başrolüyle kameraya iyice alışan Lady Gaga, filmin 1976 çekiminde Barbra Streisand’in canlandırdığı şarkıcı adayı rolünü büyük bir başarı ve yıldız ışığıyla üstleniyor.
Nicolas Cage, Mandy’nin intikamını alıyor!
Amansız bir tarikat, cehennem kaçkını katiller, intikam peşinde kana susamış bir adam… Başrolünde Nicolas Cage’in efsaneleştiği Mandy, eşi cani bir tarikat tarafından katledilen Red’in intikam arayışını anlatıyor.
İlk gösterimini Sundance’te, uluslararası gösterimini Cannes’da yapan Mandy, hayalle gerçek arasında gidip gelirken 1980’ler estetiğini bolca kan, aksiyon ve tuhaf bir fantezi dünyasıyla buluşturuyor. Panos Cosmatos’un yönettiği, müziklerini Jóhan Jóhansson’un bestelediği filmin yapımcılarından biri de Elijah Wood.
İçinde bulunduğu kültürün çıldırttığı bir kadın sanatçı: Anaokulu Öğretmeni
Hem başrolü hem yapımcılığı üstlenen Maggie Gyllenhaal’ın canlandırdığı Lisa, 20 yılını öğretmenliğe adamış, bezgin ve mutsuz bir kadındır. Yuva sınıfında, dahi bir şair olarak gördüğü beş yaşındaki bir çocuğun konuşmalarına hayranlık duyan Lisa, bir süre sonra çocuğa saplantılı bir ilgi geliştirir. Nadiv Lapid’in aynı adlı 2015 tarihli filminin ABD uyarlamasında Gyllenhaal, karakterinin psikolojik ve duygusal çıkmazlarını muhteşem bir performans ve çarpıcı bir derinlikle perdeye taşıyor. Şiir ve çocukları konu edinirken psikolojik gerilimi sürekli artan Anaokulu Öğretmeni, Gyllenhaal’ın sözleriyle “içinde bulunduğu kültürün sonunda çıldırttığı bir kadın sanatçıyı anlatıyor”.
Filmlerin tamamına buradan ulaşabilirsiniz.