18.08.2017

Final Portrait: Geoffrey Rush’dan Muhteşem Bir Deha Performans

On Sekiz Günlük Bir Hikâye

Yıl 1964. İkinci Dünya Savaşı’nda casusluk yapmış olan Amerikalı gazeteci yazar James Lord ünlü İsviçre doğumlu İtalyan asıllı heykeltıraş ressam Alberto Giacometti tarafından Paris’teki stüdyosuna davet edilir. Bu daveti büyük bir onur ve şevkle karşılayan Lord sadece bir öğleden sonrasını vereceğini düşündüğü bu projenin tam on sekiz gün sürmesiyle kendisini içinden çıkılmaz bir durumda bulur.

Daha çok oyuncu olarak tanıdığımız ancak yönetmenlik denemeleri de olan Stanley Tucci’nin yönettiği The Final Portrait işte bu meşum on sekiz günü anlatıyor. Filmin senaryosu ise bizzat James Lord’un bu bir garip Giacometti macerasını kaleme aldığı A Giacometti Portrait adlı kitabına dayanıyor. Gerçekten de Giacometti’nin resmettiği son portre olan James Lord’un portresi dünyanın en değerli ve ünlü sanat eserlerinden biri olarak tarihe geçiyor.

Dâhi Sanatçı Rollerinin Aranan İsmi

Öncelikle Giacometti’yi canlandıran dağınık ve uçuk deha rollerinin aranan ismi Geoffrey Rush’ın fiziksel olarak sanatçıya olağanüstü derecede benzemesini bir yana bırakırsak her zamanki gibi döktürdüğünü söyleyebilirim. Giacometti’yi muhteşem bir incelik ve abartısız bir oyunculukla canlandıran Rush’a bir kez daha hayran olmamak imkansız. Kendisine James Lord rolünde eşlik eden parlak çocuk Armie Hammer’ın da Rush ile son derece uyumlu ve tamamlayıcı bir oyunculuk sergilediğini belirtmemek olmaz. Velhasıl yan rollerle beraber filmin oyuncu seçimi mükemmel ve bu durum oldukça durağan seyreden bir senaryoyu sırtlanıp lokomotif görevi görüyor.

James Lord’un iç sesiyle açılan film Giacometti ile geçen günleri kronolojik bir sıralamayla takip ediyor. Böylece gün be gün sanatçının çalışma stili, nevrozları, ikili ilişkileri ve diğer sanatçılar hakkındaki cömertçe sarf ettiği görüşlerine tanık oluyoruz. Örneğin evli olduğu halde bir fahişe ile karısının da bildiği bir ilişki yaşadığına, ne para ne de zaman mefhumunun olduğuna, sanatını o ünlü mükemmeliyetçiliği ile bir yap boz misali icra ettiğine ve Picasso ile yakın olmasına rağmen onu ağır biçimde eleştirdiğine tanık oluyoruz. Ve Picasso onun ateşli oklarından nasibini alan tek sanatçı da olmuyor.

Hazlarının Peşinde Bir Deha

Bu nüanslar Giacometti’nin gerçekten kusursuz bir biçimde tasarlanmış salaş atölyesi ile birleştiğinde ortaya “Bir Sanatçının Portresi” ayarında bir film çıkıyor. Sinema sanatçının çılgın olanını sever çünkü bu hem senaryo açısından daha çok malzeme verir hem de sorunlu deha mitini destekleyerek yerini sağlamlaştırır. Giacometti de hazları peşindeki dahi sanatçı formatına cuk oturuyor.

Ancak yönetmen Tucci’nin izlediği yol sanatçının iki haftadan az kısa bir zaman diliminde ekonomik bir portresini çizmek olunca senaryo ve yönetmenlik stili açısından çeşitli sürprizlere mahal vermemesiyle oldukça düz bir anlatım çıkıyor ortaya. Bu yüzden James Lord’un Giacometti’nin şövalesi  önünde adeta bir put gibi oturarak geçirdiği hem modele hem de biz seyircilere sonsuzmuş gibi gelen saatlerin çekilebilir bir yanı varsa eğer o da bu sanatçı hezeyanlarının Geoffrey Rush’ın muhteşem performansının filmin bütün sıradanlığını gölgede bırakması.

Mekânlar Özenle Seçilmiş

Filmdeki mekân seçimleri ise son derece başarılı. Giacometti’nin mütevazı atölyesinin tüm gerçekliği ve yaşanmışlığıyla, sanatçının Lord’u kolundan tutarak sürüklediği Paris kafeleri ve restoranlarının tüm otantiklikleriyle, ve son olarak iki arkadaşın yürüyüşlerine ev sahipliği yapan ünlü Pére Lachais mezarlığının bütün gizemi ve estetiğiyle filmdeki diğer yan rollerde olduğunu söyleyebiliriz.

Sonuç olarak Final Portrait Pera Müzesi’nin atılımıyla 2015 yılında Türkiye’deki ilk kapsamlı sergisini görme fırsatını bulduğumuz bu önemli sanatçının dünyasına belki yetersiz ama kısa ve yoğun bir giriş yapmak için ideal. Sanatçının hayranları zaten biliyor olduklarını beyaz perdede görme heyecanını tadarken, yeni yeni tanıyanlar için de kısmen öğretici kısmen eğlendirici bir deneyim vaat ediyor. Ve sanatçının da kendi eserlerini devamlı olarak adlandırdığı gibi tam olarak “bitmemiş” ve mutlaka ki eksiklerle dolu bir portre sunuyor.