31.05.2017
Foxcatcher: Baba, Oğul ve Kutsal Koç
Capote ve Moneyball filmlerinin başarılı yönetmeni Bennett Miller, Foxcatcher’da yine yaşanmış bir olayı taşıyor perdeye. Mark Schultz, David Schultz ve John Du Pont’un trajik hikâyesi başarılı oyunculukların da katkısıyla perdede devleşiyor ve Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ödülünü getiriyor.
Foxcatcher zannedileceği gibi bir güreş filmi değil, güreşle ilgili üç insanın yaşadığı dramın filmi. Foxcatcher demek üç farklı erkek, üç farklı hayat ve bolca hayal kırıklığı demek. Bu üç hayatın merkezinde Steve Carell’in canlandırdığı John Du Pont var. Amerika’nın en zengin ailelerinden birinin varisi olan Pont, ABD ordusuna silah sağlayan, dünyanın kimya sanayisini de elinde bulunduran ve milli güreşçileri maddi olarak destekleyip onlara koçluk yapan bir güç. Bu sayılan meziyetlerinin yanında ise hiç arkadaşı olmayan, annesinden takdir görmeyen, bir tutku haline getirdiği güreşi bile beceremeyen Pont, çocukluğundan beri mutlu olamamış ve olamayacak biri. Film, Channing Tatum’un canlandırdığı Mark Schultz ve Mark Ruffalo’nun hayat verdiği David Schultz’un, Pont’un hayatına girmeleriyle başlıyor. Pont çekilmez hayatına tahammül etmektense ona çomak sokmayı tercih ediyor ve maalesef kurunun yanında yaş da yanar misali, Mark ve David gibi küçük hayatları ve makul istekleri olan adamlar da yanmaktan kurtulamıyorlar.
Foxcatcher’da Pont ile Mark arasında dostluğa dayalı baba oğul, David ile Mark arasında sevgiye ve güvene dayalı abi kardeş, Pont ile annesi arasında ise nefrete dayalı anne oğul ilişkisi görüyoruz. Pont’un annesi, bir erkek hikâyesi olan filmde sadece birkaç sahnede bulunmasına rağmen kilit bir rol oynuyor; bize aristokrasinin bakış açısını, değer yargılarını gösteriyor. Maalesef Pont bu değer yargılarına pek uymuyor. Pont, annesi gibi soylulara yakışan sporlarla ilgilenmediği gibi, annesinin sevgisinden mahrum kalma pahasına bir alt sınıf eğlencesi olan güreşle gönül bağı kuruyor. Mark ile David arasındaki ilişki ise üst sınıfın ilişkileri gibi kurallı değil. Birbirlerini hiçbir beklenti içerisine girmeden karşılıksız seviyorlar ama aralarında içten içe bir çekişme de hissediliyor. Mark ile Pont arasında ise Tanrı ile İsa arasındaki gibi bir ilişki var. Babası olmayan Mark sürekli sırtını sıvazlayan Pont’u baba, Pont ise Mark’ı kendisine itaat eden bir oğul, hem de kendisine yarenlik edecek bir dost olarak görüyor, ama bu ilişkide de her şey menfaatlerin gittiği yere kadar.
Bir Hollywood yapımı olan Foxcatcher, Amerikan burjuvasını eleştiren, boyundan büyük tiratları olmayan ve uzun kutsama sahnelerine başvurmayan tarzıyla izleyenleri ters köşeye yatırıyor. Filmde ne seyirciyle özdeşleşme kurdurup duygu sömürüsü hedefleyen sahneler ne de duygusal anlarda devreye girerek tüyleri diken diken eden müzikler var. Her Hollywood filminin olmazsa olmazı aşk ve cinsellik bile yok bu filmde. Bennett Miller, Hollywood hilelerinden uzak durarak resmen Hollywood vahasında Don Kişotluk yapmış.