30.12.2016
I, Daniel Blake: Kopkoyu Bir Karamsarlık
Ken Loach’u nasıl bilirisiniz? Asi, isyankar, devrimci, muhalif? Ya da tüm bunların hepsi. Sözünü sakınmayan, eleştirisini en sert şekilde yapan ve sistemin, onun gölgesindeki bürokrasinin bütün pisliklerini ortaya döken bir yönetmen. Bazen bunu eğlenceli, çoğu zaman içimizi parçalayacak şekilde hüzünlü ve bazen de harekete geçirici şekilde yapar. Bir ara sinemayı bırakmaya karar veren ve yüreğimizi ağzımıza getiren Loach, neyse ki bu kararından ve şimdilik vazgeçmiş duruyor. Hatta bu filmde gördük ki, zaten yıllardır anlattığı meseleleri daha yükse sesle ve daha yoğun anlatmanın derdinde. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye alan I, Daniel Blake, genel anlamda sorunları olsa da hissiyat bakımından birçoğumuzu yine derinden etkilemeyi ve iç parçalamayı başaracaktır.
Daniel Blake, doktorunun ikazı ile çalışamamaktadır, işsizlik ve benzeri bürokratik prosedürlere de sürekli takılamaktadır. Hem işe dönememekte, hem işsizlik maaşı alamamakta ve hem de derdini kimseye anlatamamaktadır. Kendinde daha kötü durumda olan bir anne ve iki çocuğu Daniel için tekrar yaşama tutunma aracı olur ama sistem Daniel’ı gittikçe köşeye sıkıştırmaktadır. Loach, burada tekrar insanın bürokrasi karşısındaki önemsizliğine, dışa itilmişliğine ve en önemlisi çaresizliğine dikkat çekmektedir ve bunu yaparken de oldukça yüksekten, en yoğun duygular ile hareket etmektedir. İnsanın en ezilmiş ve en çaresiz anlarını perdeye yansıtırken, devleti de tüm bireyleri ile en kötü halini ele alır. Yani iki taraf içinde en uç noktalardan bahseder. Tabii burada büyük bir sıkıntı, Loach değil de bir öğrenci filmi kabul edebileceğimiz melodram sosu. Loach biraz dozu fazla kaçırıyor ve filmin konsantrasyon kaybına neden oluyor.
Daniel’ın dijital dünya ile olan sorunu ve genç kadının çaresizliği biraz bizdeki Yeşilçam havasında oluyor. Loach burada iç parçalayacak hamleler yapıyor ve bunu da kısmen başarıyor ama kariyerinin ilk yıllarını epey geride bırakmış bir isim için bu çok kabul edilebilir gelmiyor. Çaresizliğin boyutları, buun peliküle aktarılması ve hikaye içerisine yedirilmesi, ajitasyon dozunun fazla olmasına sebebiyet veriyor ve bazen yaklaştığımız karakterlerden uzaklaşmamıza neden oluyor. Tabii buna rağmen Ken Loach, dediklerinden yine ödün vermiyor ve bu anlamda bizi oldukça etkilemeyi, dünya görüşleri üzerinden yakalamayı başarıyor.
Ken Loach isyanı
Film, hayata dair en ufak bir umut taşımıyor.Kimi anlarda umut vaat edecek gibi oluyor ama hepsinin sonunda yine karamsarlık hakim oluyor. Daniel’ın etrafındaki insanlar güzel çabalar sarf ediyorlar ama yine hepsi mağlup oluyor ve yine hepsi en istemedikleri çarelere baş vuruyorlar. Bürokrasi erdinde ise herkes çarkın dişlisi olmuş durumda ve iyilik yapmak isteyene de üstü hemen engel oluyor, onun yardım ihtimalini ortadan kaldırıyor. Yani koca dünya tamamen sistemin içinde kaybolmuş, umut etme kabiliyeti de herkesi elinden alınmış. Oysa ki sadece geçimini sağlayabilse mutluluktan havalara uçabilecek ve etrafına da iyi davranabilecek bir “dünya” insan var. Ev işlerini halleden, nezaket kurallarına saygılı ve komşularına her daim yardım eden Daniel Blake de işte böyle biri ama elektrik faturasını ödeyebilse yetecek olan, doktoru izin verse zaten çalışacak olan Daniel’ı bile bu sistem çileden çıkarıyor, yoruyor ve oldukça hassaslaştırıyor.
Ken Loach isyan ediyor, acıyı yansıtmaya çalışıyor ve belki de artık her şey için çok geç diyor. İki çocuğun gözünden biraz sempati yaratsa da hazımsızlık, ümitsizlik ve koskoca bir fütursuzluk ile bizi salondan uğurluyor. Biz yine de ustaya kulak verelim ama bu kadar karamsar olmayalım. Zira, en büyük gücün yine insanın kendisinin olduğunu biliyoruz. Loach’un bütün bu karamsarlık içerisinde dahi bir şekilde tutunduğu, buna çalıştığı ve ufak mesajlarla vermeye çalıştığı da belki bu. Umarım, ajitasyon dozunun rahatsızlığına rağmen Loach için şunu diyebilirim: “Ondan öğreneceğimiz daha çok şey var.”