31.05.2017

Before I Go To Sleep: Uyuyana Kadar

 

S. J. Watson’ın ilk kitabı olan Before I Go To Slep, Rowan Joffe tarafından sinemaya uyarlandı. Yazarın bu ilk romanı 1.000.000 dan fazla satmış, 42 farklı ülkeye satılmış, ayrıca edebiyat dünyasının en prestijli ödüllerinden Galaxy Ulusal Kitap Ödüllerinde en iyi polisiye-gerilim kitabı ödülünü ve İngiliz Polisiye Yazarları Derneği (CWA) John Creasey Hançer Ödülü’nü de hiç kimseye kaptırmamıştı. Bu kadar büyük başarıya ulaşmış bir romanı Ridley Scott yapımcılığında beyazperdeye uyarlayarak Holywood’un, başarılı romanları affetmeyeceğini bir kez daha gösterilmiş oldu.

Filme gerilim filmlerinin vazgeçilmez güzelliği Nicole Kidman’ın yataktan hızla kalkışı ve ne olduğunu hatırlayamadığını anladığımız sahne ile başlıyoruz. Sonra da yanında yatan adamın uyanarak ona neler olduğunu anlatması ile Colin Firth ile karşılaşıyoruz. Ve böylece filmin ilk sahnesinden hiçbir şey olmasa da oyunculuklar ile gider bu film diye düşünüyoruz. Ama her roman denemesinde olduğu gibi Before I Go To Sleep de romanda anlatılanlara yetmiyor. Romanda uzun uzun anlatılan günlük kısımları da dahil olmak üzere birçok kısım filmde hızlıca söyleniyor. Normal bir film süresinden bile kısa olan Before I go To Sleep, çoğu şeyi koştura koştura hatta atlayarak anlatmak zorunda kalıyor. Bu da senaryoda boşluklara, kafalarda soru işaretlerine sebep oluyor.

Bir sebepten dolayı (aslında filmin başından beri çözmeye çalıştığı şey) hafızasını kaybeden ve amnezi hastası olan Christine Lucas’ın, her sabah uyandığında her şeyi unuttuğunu, her gün tekrar öğrenmeye başladığını izliyoruz. Ama Christine’nin her günü birbirinden karmaşık ve gerilim yüklü bir şekilde ilerliyor. Her gün bir nevi hep aynı şeyleri tekrar ediyor ama aynı zamanda her yeni günü başka bir sürprizle geliyor. Bu sürprizler sürekli kahramanımızın kafasını karıştırmaya, her gün farklı bir psikolojide olmasına neden oluyor. Tabii seyirci olarak biz de Christine ile birlikte yaşananları hatırlıyor bir yandan da onunla birlikte sarsılıyoruz. Hiçbir noktada Christine’den bir adım önde olamıyoruz. Evdeki adam onun kocası mı? Peki kocası ona doğruyu söylüyor mu? Oğluna ne oldu? En yakın arkadaşı neden onu terketti?

Bu soruların en büyüğü ve filmin kilit noktası olan soru ise flasbackler ile izlediğimiz Christine’nin hafızasında gidip geldiği sahneler. Christine’nin hafızasında gidip gelmeleri ile her defasında biraz biraz gördüğümüz parça parça sahneler de acaba ne oldu? Film sürekli diğer küçük sorular ile birlikte bize asıl büyük soruyu sorduruyor. Ve film süresince dikkatimizi diri tutuyor. Ama yönetmen dikkatimizi diri tutmak ile yetinmeyip bizi biraz da tedirgin ve rahatsız etmeyi deniyor. Filmin yavaş yavaş çözülmeye başladığı sahneler ise bizi tabiri caizse gerim gerim geriyor.

Yönetmen en büyük sürprizini ise tabiî sona saklıyor. En büyük soru işaretini film boyunca olduğu gibi flashback ile değil de tekrardan aynı mizanseni kurup Christine’ye hatırlatarak cevaplıyor. Hatırlaması ile de gerilim tavan yapıyor. Özellikle romanı okuyanların çok büyük beklentiler içerisine girmeden, biraz gerilip kafamızı kurcalayalım ve başarılı oyunculuklar izleyelim diyorsanız izlemenizi öneririm.