10.04.2017

İFF Günlük – 5

Suspiria

Festivalin en güzel yanlarından birisi de perdede izleme şansını kaçırdığımız, belki de henüz doğmadığımız zamanların sükse filmlerini, zaman içinde kült seviyesine ulaşmış klasikleri beyaz perdede izleme şansı yakalamak. İşte o şanslardan biri Suspiria. 1977 yapımı bu korku klasiğinin konusunu bilmeyen, hakkında bir şeyler okumamış sinemasever yoktur kanımca. Dolayısıyla Dario Argento’nun bu efsane filmini perdede izleme şansını yakalamak çok önemli bir deneyim.

Seçil TOPRAK

Argento’nun giallo harikası film yenilenen versiyonu ile sinemaseverlerin huzuruna sunuldu. İkinci sınıf cinayet romanlarını andıran hikâyesi, estetik harikası olan görselliğiyle tam anlamıyla kült bir film. Bir de buna harika bir nostalji duygusu eklenince Suspiria deneyimi harika bir hissiyata dönüşüyor.

Onur KIRŞAVOĞLU

İtalyan b-tipi korku filmi denilince tartışmasız ilk akla gelecek isim olan Dario Argento’nun başyapıtı olan Suspiria, her ne kadar Le Tre madri üçlemesinin ilk halkası olsa da diğer iki film arasından fazlasıyla sıyrılan bir yapıt. Suspiria, cadı mitolojisi üzerine hikâyesini kuran, aynı zamanda şiddet ile ilişkisini de sınırlandırmayan bir yapım. Malum, şiddetin pornografisi olarak en net anlamda tanımlanacak bu filmin elbette kırmızı renk ile olan aşkını söylemeye lüzum bile yok değil mi? Adeta tüm filmin kırmızıya sıkı sıkıya sarılıp, kuvvetli bir bağlılık yaşadığı Suspiria, maviye de göz kırpmaktan kendini alamaz. Mavi ile kırmızının müthiş bir renk kontrasına ev sahipliği yapmasını, her an tedirginliğin eksik olmadığı olay örgüsüyle izleriz.

Her şey bir yana, bana kalırsa bu kült filmin en bariz artısı böylesine bir filmde asla karşılaşamayacağımız, eşsiz müzikleri olsa gerek. İtalyan rock grubu Goblin’in hayat verdiği müzikleri ile etkisini kat be kat arttıran Suspiria’nın, kadınların dünyasında, erkeklerin sadece bir teferruat olduğu bir evrende geçtiğini de atlamayalım.

Tuba BÜDÜŞ

Baba / Godfather

“İşte sinema bu!” dedirtecek bir deneyim Baba filmini beyaz perdede izlemek. Her anı ayrı muhteşemlikte kadrajlar, müziğin görüntüyle uyumu, hikâyenin işlenişi ve oyunculuklar… Efsaneleri yan yana perdede görmek… Carleone ailesinin hayatından kesitleri izlerken 1940-50’lerin Amerika’sının mafya hesaplaşmalarına şahit olmak. Her türlü ayrıntıda gizlenen sinemasal zevk… Bunların hepsi ve daha fazlası için Coppola klasiği Baba’yı beyaz perdede izlememizi sağlayan festivale binlerce kez teşekkür ediyorum.

Seçil TOPRAK

Gelmiş gecmis en iyi filmlerden hatta belki de en iyisi olan The Godfather’ı sinemada izlemek başlı başına muhteşem bir deneyim. Buna bir de filmi defalarca izlememize rağmen ilk defa izliyormuş hissi eklenince tadına doyum olmayan bir üç saat yaşadık. Mafya filmi sıfatına indirgenmemesi gereken başyapıt, her yönüyle kusursuz. İyi ki sinema var ve iyi ki böyle filmler var. Bir festivalde, aynı gün serinin üç filmini birden izlemek umuduyla…

Onur KIRŞAVOĞLU

Falstaff

Orson Welles pek görmemiş yapıtlarından 1965 yapımı bu film, hayatını eğlence için başı boş geçiren bir gencin, krallığa giden yolda yaşadığı dönüşümü anlatıyor. Falstaff ise bu dönemdeki prensin akıl hocalığını yapan üçkağıtçı adamın adı oluyor. Orson Welles bu rolde filmi adeta sırtında taşıyarak parlamasını sağlıyor. Yer yer mizah kullanmaktan kaçınmayan yapım, görkemli bir yükseliş hikâyesi olarak nitelendirilebilir.

Haktan Kaan İÇEL

Tuz ve Ateş / Salt and Fire

Werner Herzog’un adeta kariyerini bıraktığı film diyebiliriz. Filmin kötülük seviyesi son derece çığır açacak nitelikte olmuş. Kötü oyunculuklar ve senaryo filmin sözde çevreci mesajlarını beraberinde batırmış. Yönetmenin adeta aklında oluşan birkaç görsel yüzünden bu film çektiğini ve senaryoyu usülen yazdığı söylenebilir. Herzog’un sanırım belgesel dışında bir şey çekmeme zamanları geldi. Bu filmden uzak durun!

Haktan Kaan İÇEL

Ornitolog / O Ornitologo

Ornitolog, epey derdi ve söylemi olan, Hristiyanlık üzerinden sert eleştirilere sahip bir film. Bu algıyı yakalamak filme konsantrasyonu da yükseltecek ama filmin büyük bir atmosfer sorunu var ve anlatı, derde göre epey yavan kalıyor.

Onur KIRŞAVOĞLU

Elmas Adası / Diamond Island

Gelişen dünya ile insanlar arasında oluşan kast sistemi gün geçtikçe mesafeyi açmaya başladı. Kamboçya’nın en büyük şehrinin varoşlarında ise gençler yok pahasına çalışmaya devam ediyorlar. Boş zamanlarında kız tavlamanın peşine düşen bu gençler, bir yandan gelecek kaygılarıyla karmaşıklaşırlarken; öte yandan cool durmanın yolunun pahalı oyuncaklardan geçtiğini düşünüyorlar. Amatör oyuncularla çekilen bu film, bir büyüme hikâyesi anlatırken Kamboçya gençlerinin profilini çıkarıyor. Akıcı ve naif bir seyir keyfi sunuyor.

Haktan Kaan İÇEL

Gukoroku

Bir gazetecinin vahşi cinayetlerle sonucunda bir ailenin katliamını araştırmasını anlatan yapım, karakterlerin etkileşimiyle ilerleyen sırlarla örülmüş iyi bir gerilim filmi örneği denilebilir. Merak unsurunu filmin sonuna kadar muhafaza etmeyi başaran film, karanlık tonlu atmosferiyle başarılı bir iş olmuş.

Haktan Kaan İÇEL

Kesişen Hayatlar / Réparer Les Vivants

Sinema dilini iyi kullanan ve tasarlanan mizansenlerin başarısıyla hafızalara kazanacak bir yapım olarak yorumlanabilir. Hikâye olarak pek özgünlüğü olmasa da oyuncu performansları ve iyi kotarılmış sahneleriyle tatlı bir sürpriz adeta… Duygulara dokunan anlarının altında yatan güç ise basit ve etkili olması denilebilir.

Haktan Kaan İÇEL

Raw

Bir büyüme hikâyesi ancak bu kadar iyi anlatılabilirdi. Farklı metaforlarıyla bezenmiş hikâyesini korku janrının bedensel değişim alt türünü kullanarak anlatan Raw, bir kadının kimlik arayışını son derece çarpıcı bir şekilde kotarmayı başarıyor. Akılda kalıcı mizansenlerin fazlalığı ve durağanlığa düşmeyen yağ gibi kayan kurgusuyla yamyamlık hikâyelerine özgün bir tat getiriyor. İzlemesi zor sahneleriyle tam da geceyarısı izlenmesi gereken bir çılgınlığa dönüşüyor. Yılın en iyi filmlerinden biri…

Haktan Kaan İÇEL

Kaygı

Ceylan Özgün Özçelik’in uzun zamandan beri merakla beklenen filmi Kaygı, fazlasıyla beklentileri karşılıyor. Özçelik, ülkemizin geçmişinde yaşanılan katliamlardan günümüzün dertlerine, engellenemez bir şekilde, veba gibi yayılan ülkenin gidişatına kadar birçok şeyi, bir kadının hayatı üzerinden perdeye yansıtıyor. Geçmişin kara lekeleri yavaş yavaş bilinçaltından çıkıyor. Roman Polanski’nin başyapıtı Repulsion’dan oldukça etkilenen Kaygı, kâbuslar ve geçmişten kalan eşyalar ile geçmişi, başkarakterin çalıştığı iş ve kitle iletişim araçları üzerinden de yaşanılmaz hale gelen şimdiki zamana ışık tutuyor. Finaline doğru uzayan sahneleri dışında da pek kusuru olmayan Kaygı’nın şimdiden yılın en iyileri arasına adını yazdırdığını söyleyebiliriz.

Tuba BÜDÜŞ