01.06.2016

Kanlı Postal: Biçim ile İçeriğin Mükemmel Uyumsuzluğu

Her sinema eseri biçim ve içerik olmak üzere iki yönlü bir yapıya sahiptir; sinema eserlerinde çoğu zaman ikisinden biri, kimi zaman ikisi birden kötü olur; nadiren de ikisi birden iyidir. Muhammed Arslan’ın yönettiği Kanlı Postal da “ikisinden biri” kategorisinde ele alınabilecek bir eser ve filmi incelerken “nasıl” anlattığıyla ‘’ne’’ anlattığını ayrı olarak değerlendirmek lazım.

Kanlı Postal’ın “nasıl” anlattığı kısmına baktığımıza oldukça sorunlu bir eserle karşılaşmaktayız: Başarısız bir reji, ortalamanın birkaç gömlek altında görüntü yönetimi, hatalı ve yetersiz cast seçimi, ucuz diyaloglardan oluşan senaryo… Bir sinema eserinde, teknik olarak olması gereken ne varsa onun olmadığı, olmaması gereken her şeyin bulunduğu Kanlı Postal sinemasal açıdan kötü bir seviyenin ürünü; bunu görmemek, görüp de inkâr etmek pek mümkün değil ve filmin biçimsel özellikleri üzerinde durup uzun uzun yermenin mantıklı bir tarafı yok. İzleyen herkesin fark edebileceği, az çok sinema sanatından haberdar olan seyircilerin kolayca idrak edebileceği hususlar bunlar sonuçta. Bu nedenle Kanlı Postal’ın nasıl anlattığını bir kenara bırakıp ne anlattığına odaklanmak daha hakkaniyetli ve tutarlı bir yaklaşım olacaktır.

Kanlı Postal, 1980-84 arasında, kendi deyimiyle Âmed zindanında yaşanan “gerçekler” üzerinden, toplumsal hafızamızda derin yaralar açan ve bir türlü hesaplaşamadığımız bir dönemin, malumun ilamına soyunuyor. Diyarbakır cezaevinde yaşananları birinci elden tanıklar aracılığıyla aktardığını dile getiren yönetmen Muhammed Arslan, filme gerçek görüntüler eşliğinde giriş yaptıktan hemen sonra bir daha çıkamayacağımız cezaevinin kapılarını üzerimize kapatıyor. Tasavvur etmekte dahi zorlanabileceğimiz işkencelerin art arda perdeye geldiği, insan onurunun ayaklar altına alındığı ve adaletin gölgesinde zulümlerin yaşandığı bir cezaevi tablosuyla izleyici baş başa bırakan Muhammed Arslan, suya sabuna dokunmayan ve sadece imalarla anlatılan bir dönemi tüm açıklığıyla resmediyor. Kürtçe ağıtların, türkülerin, Ahmet Kaya’nın, Yılmaz Güney’in eşlik ettiği bu deneyim, direniş güzellemeleri ile sürekli baltalansa da evrensel bir mücadelenin tüm zorluklara rağmen bir gün mutlaka zafere ulaşacağına dair motive edici bir söylev olarak da akıllarda yer ediyor. Birçok yönetmenin topa girmekten çekindiği bir dönemde, tarihimizin karanlık köşelerine ışık tutarak “Zulm ile âbâd olanın, âhiri berbâd olur.” diyen Mehmet Arslan’ın hakkını teslim etmek gerekiyor.

Türkiye sinemasını, sinemanın toplumsal boyutunu unutan bir ülke sineması haline getiren eserlerin aksine sinemanın toplumsal bir bilinçlendirme aracı olduğunu vurgulayan Kanlı Postal, tüm sinemasal sorunlarına ve yetersizliklerine rağmen, olabildiğince çok kişiye ulaştırılması gereken bir eser; varsın sinemasal olarak seyirciye işkence etsin, zindandakilerden daha çok acı çekmiş değiliz ya?