06.05.2016
Karakter Mutfağı: Camille
Camille Claudel olmak…
“Bir avuç toprağı yoğurmayı bile bilmeyenler.
Duygusuz yavan insanlar.
Bu benim ruhum en kutsal varlığım…
Bunlar çalışma saatleri. Ruhumun yandığı saatler.
Siz yiyip içerken, dalga geçerken, oburca tıkınırken, ben heykelimle yalnızdım..
Ve yavaş yavaş akan benim hayatımdı..
Bu toprağın derinliklerine kanımı akıtıyordum…” Camille Claudel
Bir perdenin gerisinden bakıyoruz bazı hayatlara. Nasıl şiisrel, nasıl romantik geliyor bazı yaşamlar. Oysaki ayakkabıya girip yürürken insanın canını yakan küçük çakıl taşları, ağırlaşıp bir bir yağıyor kimilerinin başına.
Duyarlılık belki başa gelen en büyük bela. Hayata herkesin hissettiği, gördüğü yerden bakamamak. Bir de sanatçıysanız, kadınsanız, adınız Camille Claudel, yanı başınızda dursan adam Rodin’se… Evet, yaşamı birkaç filme konu olmuş hakkında kitaplar yazılmış bir kadın: Camille Claudel. 1864’te doğmuş ve henüz yirmisini doldurmadan Auguste Rodin’le tanışmış, onun uzatmalı sevgilisi, esin kaynağı hatta yaratıcı gücü olmuş bir kadın. Kendisi de bir heykeltıraş ancak Rodin ismi öncelikli anıldığından ona ün pastasından küçük bir pay düşmüş. Daha çok yaratıcılığının altında yatan cevheri ezmeye, başını dört duvar arasından çıkartmamaya yeminli dünyanın acımasızlığıyla anılagelmiş Claudel. Annesinin baskıcı yönü, babası Camille’i heykeltraşlık yolunda desteklese de ölümünden sonra daha hissedilir hale gelmiş. Bir yandan Rodin’in gölgesinde kalmaya mecbur edilmiş bir hayat, paylaşılamayan bir aşk; bir yandan da içindekileri dışavuramayan bir yirminci yüzyıl başı kadınının sanatçı personası. Nerden bakarsak bakalım bir çıldırma sebebi değil de nedir? Üstelik Rodin’in hayat arkadaşından ayrılmaması ama bir yandan da Camille’le ilişkisini sürdürmesi, Camille’in ölü doğan bebeği… Tasavvur sınırlarını zorlayıcı umursamazlıkların merkezine yerleşen bir kadının, Camille Claudel’in akıl hastanesinde sonlanan yaşamı…
1913 yılında akıl hastanesine yatırılan Claudel’in otuz yıllık bir hastane hayatı olmuş. Tam otuz yıl ve sonlanması ancak ölümle gerçekleşmiş bir tutsaklık, akıl hastanesindeki hayat. Kimileri der ki annesi çıkmasına izin vermemiş, kimileri annesiyle Rodin’in ortaklığı demiş. Kim ne derse desin, içindeki özgürlük özlemi hiç dinmeden belki kendinden şüphelere düşe kalka yaşanmış bir hayatı var Claudel’in. Şair ve diplomat olan abisi Paul’ün ara sıra ziyaretleriyle umut verdiği Camille’in tek avuntusu bu ziyaretler olagelmiş. Ziyaretleri neredeyse beş yılda bire indirebilen abisinden de acımasızlık ruhu pek esirgenmemiş görünüyor.
Bir kulak verelim Claudel’in Paul’e yazdığı mektuba:
“Akıl hastanesi!
Evim diyebileceğim bir yere sahip olma hakkım bile yok! Onların keyfine kalmış işim! Bu, kadının sömürülmesi, sanatçının ölesiye ezilmesi… Mahsus kaçırdılar beni, onlara tıkıldığım yerde fikir vereyim diye; yaratıcılıklarının ne kadar sınırlı olduğunu biliyorlar çünkü. Kurtların kemirdiği bir lahana gibiyim şimdi, yeni filizlenen her yaprağımı büyük bir oburlukla mideye indiriyorlar… Bilmiyorum, kaç yıl oldu buraya kapatılalı, ama tüm hayatım boyunca ürettiğim eserlere sahip çıktıktan sonra şimdi de kendilerinin hak ettikleri hapishane hayatını bana yaşatıyorlar… Bütün bunlar Rodin’in şeytani başının altından çıkıyor. Kafasında bir tek düşünce vardı zaten; kendisi öldükten sonra benim sanatçı olarak atılım yapıp onu aşmam; bunu engellemek için de, yaşarken olduğu gibi ölümünden sonra da ben hep mutsuz kalmalıydım… Her bakımdan başarıya ulaştı işte! Bu…. Bu esaretten çok sıkılıyorum…
Villeneuve’e hiç dönemeyecek miyim, Paul?”*
Bu yakarışı duymamak için hangi aklın sınırlı hapishanesinde tutsak olmak lazım? Kimin gücü yeter böylesi bir zekâyı, yeteneği hapsetmeye? El ele verip kendi akıl dışı bahanelerine kılıf uydurdukça büyüyor hapisaneler. Tarihin arka bahçelerine işte böyle ittiriliveriyor hayatlar. Onlardan geriye filmler, romanlar, eserleri üzerine incelemeler kalıyor kalmasına da insan isyan etmeden duramıyor. Nasıl bir akıl dışılık, nasıl bir hırs zincirliyor bu bedenleri? Özellikle de kadınları…
Zor bir film var karşımızda. Zaten hazmedilmesi zor bir yaşamın tamamen akıl hastenesinde geçen kısmına yoğunlaşan film, Bruno Dumont imzalı ve başrolündeki Juliette Binoche’un unutulmaz kompozisyonuyla kazınacak hafızalarınıza. Bu filmden başka bir Camille Claudel filmi daha var, 1988 tarihli. Yine “Camille Claudel” ismini taşıyan film, sanatçının hayatının daha geniş evrelerine bakması açısından da izlenilmeye değer. Aklınızda bulunsun.
*Camille Claudel Bir Kadın, Anne Delbee,Everest Yayınları / Unutulmayan Kadınlar Dizisi
Kitabın arka kapağından