14.05.2017
Kaygı: Dayatılana Direnmenin Dayanılmaz Ağırlığı
1984 romanının kahramanı Winston Smith, “En iyi kitaplar insana zaten bildiklerini söyleyen kitaplardır” der. Kitabın yazarı George Orwell de ABD’deki bir sendikacıya yazdığı mektupta, “[Kitapta] anlattığım toplumun bir gün mutlaka gerçek olacağına inandığımı söyleyemesem de, ona benzer bir toplumun gerçek olabileceğine inandığımı söyleyebilirim,”* diyordu hatta. Artık hepimiz bunun gerçek olduğuna inanıyoruz değil mi? Yani Orwell hiç yalnız değil bu konuda hatta inanmakla da kalmıyoruz, Orwell’in tasarımını yaşıyoruz. İşte yeni dönem yerli sinemamızın iyi örneklerinden biri olan Kaygı, böyle bir dünyanın içinde geçiyor. Neydi peki bu dünya, nasıl bir yerdi?
Hatırlarsınız 1984’ü, Winston’ın “Gerçek Bakanlığı”ndaki küçük odasında bulunan boruların birinden eski gazetelerin düzeltilmesi gereken sayıları, birinden de yazılı mesajlar geliyordu. Mesajlarda, nelerin nasıl düzeltileceği yazılıyor, düzeltme yapılır yapılmaz asıl olanlar yok ediliyor; kitaplar, gazeteler, dergiler… her şey yeniden üretiliyordu. Giderek geçmiş, günü gününe, dakikası dakikasına güncelleniyor, böylece günün gerektirdikleriyle çelişen hatta bunları yalanlayan tüm haber ve görüşler kayıtlardan siliniyordu. Yok edilmesi gereken belgeler, “bellek deliği” denen bir yerden içeri atılıyor ve binanın gizli bir köşesindeki dev fırınları boylayarak ortadan kaldırılıyordu. Neden peki, toplumsal veya kişisel belleğin ne önemi vardı da yeniden düzenlenerek hapsedilmesi ya da yok edilmesi gerekiyordu? Bu soruları sorduran bir film geldi karşımıza bu yıl, Ceylan Özgün Özçelik’in yazıp çektiği ilk uzun metrajı Kaygı.
Toplumsal bellek
Kaygı, kendini “Toplumsal bellek ve hafıza ile ilgili psikolojik gerilim filmi” olarak tanımlıyor. Buna göre 1984 ile kurduğumuz bağlantı daha anlamlı hale geliyor. Algı Eke’nin canlandırdığı, otuzlu yaşlarında bir medya çalışanı olan Hasret’in anı, hafıza ile ilgili yaşadıkları da aslında bireyden çıkıp topluma yayılan bir histeri halinin dışavurumu. Çünkü Hasret, en yakınlarını kaybettiği ve bilmediği –aslında bildiği ama tıpkı Gerçek Bakanlığı’ndaki gibi- yeniden kurgulanan büyük bir toplumsal travmaya yol açmış acı bir olayın kaybını yaşıyor. Annesi ve babasını kaybetmiş ve onlarla ancak silinmeye yüz tutmuş anılarda buluşabiliyor ve geçmişini anlamlandırabiliyor. Hasret baskıya direniyor. “Unutmalısın, unutacaksın” baskısına direnmeye başladığı anda da gerçekle bağını yitirmeye başlıyor. Yitirdiği bağ, o yeniden kurgulanan dünyanın “gerçek algısı” yoksa aslında Hasret, ulaşılması istenmeyen bir köşede saklanan “gerçeğe” ulaşmak için direniyor.
Tarihimizin acıları yeniden yüzümüze vuruyor
Toplumsal hafızamızda aslında çok acı bir yerde duran Sivas Katliamı, Kaygı ile bir kez daha gün ışığına çıktı. 1993’te yaşanan Sivas-Madımak ve çok daha önceleri de yaşanan ülke tarihindeki birçok katliamı, acıyı derinlere ittik günümüzü yaşamak için. Bu tavrımız aslında Kaygı ile de yüzümüze tekrar tekrar çarptı. Yaraları kaşımak, nedenleri aramak, en azından “gerçek” nedir unutmamak ve o hafızayı yitirmemek direnmenin başat unsurları.
Kaygı işin ocağına Hasret’i koyarak Hasret’in de bir elemanı olduğu ve birebir yaşadığı medyanın, gerçekleri “işe yarar şekilde kullanması” veya “kullanmaması” yönüne vurgu yapıyor. Aslında bilmediğimiz değil ama kabullenmiş gibi uyuşup kaldığımız, çokça konuştuğumuz ama hareket etmediğimiz gerçekleri de tekrar tekrar anlatıyor bize. Bu davranışımızın devamlılığı halinde ise gelinecek noktaların altını çiziyor.
Kaygı bize bilmediğimiz şeyleri söylemesi açısından değil, bildiğimiz şeyleri söyleme cesaretini göstermesi açısından değerli bir film. Orwell’in dediği “ona benzer bir toplumun gerçek olabileceğine inandığımı söyleyebilirim” cümlesindeki gerçek olma halini birebir yaşayan bir toplum olarak belki de tekrar tekrar dinlememiz lazım, birbirimize anlatmamız, unutmamamız lazım. Fahrenheit 451’deki, yakılan kitapları ezberleyip birbirine anlatan küçük topluluk gibi böyle hikâyeleri anlatacak filmlere ihtiyacımız var.