28.12.2016
La La Land: Hayaller, Aşk ve Dans
Bizim Kuşağın Filmleri Hep Distopik Hep Fantastik
Bizim kuşağın izlediği filmler ve okuduğu kitaplar, belki de içinde yaşadığımız çağın koşulları yüzünden; zor hayat, zor aşklar, distopya senaryoları, kanser, kötülük ve maddi başarı üzerine yoğunlaştı. Bunda Harry Potter serisinin ne kadar payı varsa Hunger Games, The Maze Runner ve John Green kitaplarının film uyarlamalarının da o kadar payı var. Okul yıllarını sevdiği insanların bir bir ölümünü izleyerek Voldemort ile savaşma sorumluluğu altında geçiren Harry‘nin ruh dünyasına yolculuk da dünyanın her an yok olabileceği korkusu da Hunger Games‘in duygusuz ve yozlaşmış sistem eleştirisi de sinema salonları kadar karanlık aslında.
Karamsar ve fantastik senaryoların yeterince gerçekçi bulunmadığı noktada ise ya kanserden ölen bir aşıkla zamansız biten bir aşkın arkasından ağlıyoruz veya Rory Gilmore‘un bile sonunun küçük kasabasına dönüp tek başarısının hamilelik olduğu bir dizi ile sınanıyoruz.
Hollywood’un ebeveynlerimizin kuşağına bahşettiği iyimserlik ve aşk dolu filmleri bizden sakınmasının ne kadar büyük bir haksızlık olduğunun idrakine ise La La Land‘i izleyince tam olarak varabildim.
Baş döndürücü bir açılış sahnesi ile dansa ve müziğe doyacağımıza adeta söz veren La la Land, tam da filmin İngilizce adının çağrıştırdığı gibi bir “hayaller” filmi. Dilimize “Âşıklar Şehri” olarak çevrilmiş olması ise filmin karakterlerinin âşık olduğu şehri, yani Los Angeles’ı anlatması açısından oldukça yerinde bir isimlendirme. Zirâ Los Angeles, bundan sonra her zaman biraz Mia ile Sebastian’ın kenti olacak benim için.
Mia ve Sebastian
Crazy, Stupid, Love (2011) filmindeki beraberliklerinde mükemmel bir uyum yakalayan Emma Stone ve Ryan Gosling yine âşık oldukları konusunda izleyiciyi ikna etmekte hiç zorlanmıyorlar. Emma Stone, Easy A ve The Amazing Spider Man derken, Birdman, Irrational Man ve şimdi de La la Land ile “ödül filmleri” kategorisine çok hızlı geçiş yaptı. Ryan Gosling ise, hep karakteristik rollerde belli bir “duruşu” olan adamdı. Yine öyle… Ama konumuz onların oldukları değil, olmayı istedikleri kişiler… Yani hayalleri olan Mia ve Sebastian…
Sanat romantiklerin işi. Nostalji ve romantizm olmadan sanata âşık olunamıyor. Nitekim, birbirinden büyük hayalleri ve idealleri olan Mia ve Sebastian da iki romantik… Eski filmlere, caza ve birbirine âşık iki romantik… Hollywood stüdyolarının filmden filme, çekimden çekime geçen setinde; değişen mevsimlerin, birinden diğerine koşulan çekim denemelerinin içinde değişen zevklere ve hayata rağmen, bildikleri ve sevdikleri sanatı yapmaya çalışıyorlar: Hayaller, caz ve sinema. Gerçekler, Noel müzikleri ve baristalık olsa da, aşk sayesinde birbirlerine ve sanata sarılıyorlar.
Yönetmen Damien Chazelle, Whiplash ile “sanat ve fedakarlık” arasındaki ilişkiyi iliklerine kadar didikleyen bir film izlettirmişti bize. Yöntemleri, söylemleri, kararları ile sanatsal başarı için katlanılanlar ve vazgeçilenler arasındaki otoriter yolu fedakar bir tükenmişlik ile yürümeye çalışan genç baterist ve güçlü müzikler nefes almadan izlediğimiz “Sert Whiplash”i sunmuştu bize. Chazelle, yine “sanat ve fedakarlıklar” üzerinden verdiği mesaj ile ama bu sefer “Yumuşacık La La Land” ile çıkıyor karşımızda. Chazelle adeta, “Yöntemlerimi sorgulayabilirsiniz ama vermek istediğim mesaj çok açık” diyor.
“Müzikal Zamansızdır”
Damien Chazelle, La La Land’in Venedik Film Festivali öncesi yapılan basın toplantısında “Müzikaller zamansızdır. Eski müzikalleri hala aynı duyguyu hissederek izlememiz de bundan” diyerek, müzikal film türüne duyduğu sevgiyi dile getirdi. Nitekim karşımızda sinema tarihinde izlediğimiz en güzel müzikallerden biri var. Whiplash ne kadar sarsıcı ise, La La Land de o kadar unutulmaz bir film olarak yönetmenin filmografisine ve sinema klasikleri arasına adını yazdıracak.
Büyüleyici Bir Tecrübe
Mia ve Sebastian ‘ın tanışmaları, sohbetleri ve sonunda aşkı da hep duygularını yansıtan müzikler ve danslar eşliğinde veriliyor. Perdede Gene Kelly , Fred Astaire, Ginger Rogers dansları, Singin’ in the Rain sahneleri, Audrey Hepburn zerafeti var. Aşklarının başlangıcında James Dean’in Rebel Without a Cause filmini izleyen çiftimiz, filmdeki gözlem evi Griffith Observatory’ e gidiyor. Buradaki dans sahnesi, sinema tarihinin en büyüleyici sahnelerinden biri olabilir.
Filmin, açılış sahnesi başlı başına bir ders niteliğinde. Otuz bir yaşındaki Harvard mezunu yönetmen Damien Chazelle‘in ve Harvard’dan sınıf arkadaşı Justin Hurwitz’in bestelediği “Another Day of Sun” şarkısı eşliğinde yüz dansçı ile, iki günde çektiği sahne çok çarpıcı bir başlangıç.
La La Land, zamana dayanamayan caz müziğine, eski caz kulüplerine, eski sinema salonlarına, artık yılda bir veya iki örneği çekilen müzikal filmlere, romantizme ve sinemanın büyüsüne bir saygı duruş, bir özlem adeta.
Filmin senaryosunu da yazan Chazelle, izleyiciyi “göğe yükselen rengarenk bir balon grubu” gibi bir film ile büyülüyor. O rengarenk balonlar gözden uzaklaşana dek, perdeden gözümüzü ayıramıyoruz.
Finali de kendisi kadar duygusal olan La La Land, özellikle genç sinema izleyicisine nostaljik müzikalleri tattırırken; büyüleyici bir film tecrübesini, başrol oyuncularının yetenekleri ve unutulmaz bir soundtrack eşliğinde veriyor.
Yılın ve belki de türün en güzel örneklerinden olan La La Land, iflah olmaz romantiklerin ve eski sinema tadını özleyenlerin filmi…