28.05.2020
Lady Macbeth: Feminizm Soslu Eril bir Fantezi
Feminizm Soslu Eril bir Fantezi, Lady Macbeth
19. Yüzyıl Rus yazarlarının en az tanınanlarından olan Nikolai Leskov’un Lady Macbeth of Mitsensk adlı romanından uyarlanan Lady Macbeth ismi ve içerdiği trajikomik öğeler dışında William Shakespeare’in eserleri ile hiçbir ortak nokta barındırmıyor.
1865 yılında yayınlanan romanın baş kahramanları Katerina ve Sergei’in isimleri değiştirilerek Catherine ve Sebastian olmuş ve İngiltere’nin kırsal yöresine konumlandırılmışlar. Bu minvalde Jane Austen veya Emily Bronte ya da başta belirttiğim gibi Shakespearevari bir öykü beklemeyiniz. Zira Lady Macbeth şaşırtıcı derecede kötü bir kadın karakteri barındırıyor.
Filmin konusuna kısaca değinmek gerekirse, Catherine cüzi bir paraya varlıklı bir ailenin kendisinden yaşça bir hayli büyük oğluna satılmıştır. Daha ilk geceden kocasından gerekli ilgiyi görmeyen ve hatta hem kocası hem de kayınbabası tarafından her fırsatta aşağılanan Catherine son derece kısıtlı ve sıkıcı bir hayat sürmeye başlar. Önce kocası ortadan kaybolur, ardından kayınbabasının sahip olduğu madenlerden biri patladığında oraya gitmesiyle koca malikanede emrine amade hizmetçiler ve çiftliğin işini gören çalışanlarla yalnız kalır. Ahırın işlerini gören bu çalışanlardan biriyle tutkulu bir ilişkiye girmesi ise uzun sürmez. Bu öyle bir tutkudur ki sonu birkaç cinayete ve pek çok hayatın kararmasına sebebiyet verecektir.
Masum Yüzlü Canavar
Catherine’i canlandıran Florence Pugh gerçekten kayda değer bir oyunculuk sergiliyor. Filmin başında kendisine çok sert davranan baba oğul karşısında ister istemez Catherine’in tarafında konumlanan seyirci bu genç kadının artık akıl almaz hale gelen korkunç suçlarına tanık oldukça taraf değiştirmek zorunda kalıyor. Florence Pugh’un duru güzelliği ve masum görünümü de işlediği cinayetleri daha da inanılmaz kılıyor.
Catherine’in gerçek yüzüne tanık olan hizmetçisi zavallı Anna ise Catherine’in kurbanlarından birine dönüşürken, ki öyle ya da böyle kurbanı olmayan çok az kişi var, filmi bir feminist manifesto olarak okumak da zorlaşıyor. Hatta kadının fendi erkeği yendi gibi bir durumdan da söz etmek mümkün olmuyor. Sonuçta Anna bir kadın ama elinde hiçbir güç olmayan bir kadın. Bunun yerine güçlü bir sınıf eleştirisinin var olduğunu söylemek daha mümkün. Mutlak hakimiyeti ele geçirdiği anda tıpkı kendisini ezdikleri gibi altında çalışan insanları da ezmekten ve harcamaktan çekinmeyen Catherine’in bunu sadece duyduğu aşk veya tutku yüzünden yaptığına inanmak da imkansızlaşıyor çünkü Catherine aslında kendisinden başka kimseyi düşünmeyen son derece bencil ve şeytani bir karakter.
Kaç Tane Hayır Bir Evet Eder?
Öte yandan Catherine’in Sebastian ile yaşadığı ilişki de bir nevi eril fanteziden öteye gidemiyor. Neredeyse hizmetçi Anna’nın tecavüzü ile sonuçlanacak bir ortamda Sebastian ile tanışan Catherine’in bu korkunç durumu önemsemeyerek Sebastian’a yeşil ışık yaktığı, daha sonra odasına gelen Sebastian’ın da kendisine zorla saldırmasının ardından sarfettiği “hayır”larının “evet”e dönüştüğü “beş dakkada Beşiktaş” temalı sahneler bahsettiğim eril fanteziye birkaç örnek.
Sonuç olarak “Karadul” Catherine’in bu kan donduran serüveni yine de izlenmeye değer bir yapım. Ayrıca son derece incelikli bir sinematografiye ve sadece en can alıcı sahnelerde kulakları dolduran bir müziğe sahip. Filmin müziksizliği hikayenin ürperticiliğine garip bir şekilde katkı sağlıyor. Her şeye rağmen, herhangi bir feminist söylem veya çocuğunu gözden çıkaracak kadar aşktan gözü kör olan samimi bir Anna Karenina tutkusu beklemeden, bu “bir canavar nasıl doğdu?” öyküsünü izlemeden geçmeyin. Anna Karenina da tutkusunun peşinden giden bir karakterdi ama o çuvaldızın en büyüğünü kendisine batırmıştı, başkalarına değil.