27.05.2017
Lunch Box: Büyüyen Dünya, Yalnızlık ve Umut
Hindistan’ın Mumbai (ya da Bombay) kentinin nüfusu yaklaşık 20 milyon kadar. Bu kentte 120 yılı aşkın bir süredir, her gün binlerce öğle yemeği sefer tasında “dabbawallah”lar tarafından inanması güç bir şekilde iş yerlerinde çalışan insanlara ulaştırılıyor. İşte Ritesh Batra bu müthiş olaydan esinlenerek ilk uzun metraj filmi “Lunch Box (Sefer Tası)”ı çekti ve film Cannes Film Festivali Eleştirmenler Haftası’nda, İzleyici Ödülü kazandı.
Film, kocasıyla bazı problemleri olan ve bu sorunları “erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer” mantığı ile aşmaya çalışan Ila’nın kocasına özenle hazırladığı sefer tasının bir gün yanlışlıkla (dört milyonda bir olasılık) eşi vefat etmiş yalnız bir memur olan Saajan’a ulaşmasını ve sefer taslarının içine bırakılan mektuplarla birlikte ikili arasında başlayan yakınlaşmayı konu ediniyor. Ancak film bu yakınlaşmanın dışında; yalnızlık, umut-umutsuzluk kavramlarına değiniyor ve hayatın değişimi üzerinden de topluma bir bakış atıyor.
Nimrat Kaur’un canlandırdığı Ila karakteri başta olmak üzere filmde gördüğümüz kadınlar, günlerini yemek yapmak ve çamaşır yıkamak gibi gündelik işlerle uğraşarak geçiriyorlar ya da zor durumda olan kocalarına “bakıcılık” yapıyorlar. Sadece Hindistan’da değil Türkiye dahil birçok ülkede kadının toplumsal yaşamda yeri ne yazık ki “evi” ile sınırlı kalmış durumda. Filmde de bunu çok açık bir şekilde görüyoruz ve Ila’nın bütün umutları veya umutsuzlukları yaptığı yemeklere, başka bir erkeğin verdiği cevaba göre şekilleniyor. Irrfan Khan’nın oynadığı Saajan karakteri ise 35 yıldır çalışan, eşini kaybetmiş ve insanlarla pek bir iletişimi olmayan yalnız bir memur. Bu iki karakterin özellikleri üzerinden film insanların değişen dünyada nasıl yalnız kaldıklarını ve samimi, sıcak bir iletişime nasıl ihtiyaç duyduklarını gösteriyor. Şehirlerin hızla büyümesi, nüfusunun giderek artması, insanların hep daha fazlasını istemesiyle birlikte ortaya çıkan tüketim toplumu insanları yalnızlaştırırken, duyguyu çok çabuk üretip tüketmemize neden oluyor. Bu yüzden yönetmen, iki karakterin birbirine yakınlaşma aracını filmde de sözü geçen teknolojik imkanlarla değil, mektup gibi “eskide” kalmış bir yöntemle sağlıyor. Filmin Hollywood romantik-komedileriyle de ayrıştığı nokta burada ortaya çıkıyor.
Hayattan sıkılmış ve biraz da yorulmuş olan Ila ve Saajan mektuplar sayesinde yaşama tutunmaya çalışıyorlar. Ila yemekleri daha bir zevkle yapıyor, Saajan sigarayı bırakmayı bile deniyor. Saajan gülmeye, yaşamdan zevk almaya başlıyor ve insanlarla özellikle de emekli olduktan sonra yerini alacak olan Shaikh ile iletişim geliştiriyor. Bir yandan mektupta geçen cümleler sayesinde Ila ve Saajan yeniden umutlanırken, bir yandan da hayatta yaşadıkları bir olumsuzluk ile tekrardan umutsuzluğa kapılabiliyorlar. Ancak ikisi de mektuplardan aldıkları güç ile arayışa girip, umudun peşini bırakmıyor. Film, 35 yıldır çalışan ve topluma karışmış Saajan’ın mektuplarda yazdıklarıyla da hayata ayna tutuyor. Eskiden var olan kimi yerlerin yıkıldığını, büyüyen kentin yaşam alanlarını mahvettiğini ve insanların az para harcayarak karınlarını tok tutmaya çalışmasını Saajan’ın sesinden izleyenler dinliyor.
Oyunculara uygulanan yakın çekimler sayesinde izleyenler karakterlerle daha rahat bağ kuruyor ve filmdeki karakterler arası samimi ve sıcak ilişki izleyenlere de geçiyor. Sefer Tası, dengeli kurgusuyla da izleyenleri filme bağlamayı başarıyor.
Filmin finalinde yönetmen ne olacak sorusunun yanıtını seyircilere bırakırken de aklıma Nazım’ın şu dizeleri geliyor:
…Büyük insanlığın toprağında gölge yok
sokağında fener
penceresinde cam
ama umudu var büyük insanlığın
umutsuz yaşanmıyor…