13.07.2018

Mary Shelley: Yalnızlıkla Gelen İlham

Yaşanılan Acılar Mary’e İlham Kaynağı Olur

Film, henüz jenerik kısmında kulağımıza gelen seslerle karşılar seyirciyi: kuşun kalemin kağıdın üzerinde süründükçe çıkardığı sestir duyulan. Mary Shelley’in elinden hiç düşürmediği kurşun kalem ile kâğıdın aşk ile buluşmasının sesi. Sonrasında ise başkarakter Mary, annesinin mezarın başında kendini kaptırmış bir şekilde sesli olarak okuduğu hayalet romanını, birazdan bastırmak üzere olan yağmur nedeniyle yarıda kesmek zorunda kalır.

Hayalet romanı okuyan genç bir kadının kısacık da olsa heyecanına ortak olduğumuz bu prolog sahnesi, aslında filmin tamamında izleyeceklerimizin ilk kıvılcımıdır. Kitap okumaya, özellikle de hayaletlerle ilgili romanlara meraklı olan, okurken kendini tamamıyla o dünyaya kaptıran, tutkulu bir genç kadın vardır karşımızda. Mezarlık yani ölüm, hayalet yani dirilme, okumak ve yazmak… Prolog sahnesi tüm filmi özetler.

Doktor Frankenstein ya da Modern Prometheus’un yazarı Mary Shelley’in on altı yaşından ilk eserini yazana kadarki dört yıllık sürece odaklanan bir film karşımızdaki. Mary’nin (Elle Fannig) bu dört yıllık süreçte sadece büyümesine değil aynı zamanda olgunlaşıp hayatının en büyük eserini ortaya koyduğu sürece şahit oluruz. Kabına sığamayan genç kadının evinden uzaklaştırıldığına, âşık olup hamile kaldığına, evlat acısı yaşayıp, aldatıldığına, hayal kırıklıkları yaşayıp, yıkıldığına şahit oluruz.

Mary’i zaten bu yaşadıkları bir yazar olmaya hazırlar en çok. Yaşadığı her hayal kırıklığından ve acıdan sonra bilenir, güçlenir ve en önemlisi biriktirir. Her ne kadar özellikle evlat acısı onun kolunu bacağını kırsa da beyninin içerisinde onu kemirip duran yazma isteğine çok fazla ket vuramaz. Aksine acılar ona ilham kaynağı olur. Zira okuduğu kitapların ışığında yazdıkları basit birer taklitten öteye gidememiştir. Hatta babası onu bu konuda uyarmıştır. Özellikle bu uyarıdan sonra Mary, yeni ve güzel bir şey yaratma kararı alır. Peki, güzel bir şey yaratabilecek midir gerçekten?

*Yazının bundan sonraki kısmı filmin sürpriz gelişmelerini ele verebilir. Filmi izledikten sonra okunması tavsiye edilir.

Mary Annesinin Yolundan İlerler

Wadjda filmiyle tanıdığımız Suudi Arabistan’ın ilk kadın yönetmeni  Haifaa Al-Mansour, yine bir kadın hikâyesi ile karşımıza çıkıyor. Lakin bu kez ülkesinden uzakta ve İngilizce bir filme imza atıyor. Wadjda’da Suudi Arabistan’da bir kız çocuğu olarak yaşamanın ve hayallerine ulaşmanın ne kadar zor olduğunu perdeye yansıtan Haifaa Al-Mansour, bu kez ise on sekizinci yüzyılda Avrupa’nın göbeğindeki İngiltere’de bir kadın olarak mutlu olmanın ve kadın bir yazar olarak varlığını kabul ettirmenin güçlüğüne odaklanıyor.

Günümüz şartlarında bile şeriat nedeniyle cehaletin kol gezdiği topraklarda bisiklet sürmek isteyen Wadjda ile bundan neredeyse üç yüzyıl öncenin Avrupa kıtasında kendi ismiyle kitabını yayınlatmak isteyen Mary… Haifaa Al-Mansour, Wadjda’da ne kadar kadından yana bir dil kullanıp, feminist duruşundan taviz vermediyse Mary Shelley’de de aynı yolda ilerleyeceğini ispatlamıştır. Mary Shelley, birkaç sahnesindeki diyaloğu ile kadının eril toplumda var olma savaşının altını çizmekte. Lakin bu birkaç diyaloğun biraz havada kaldığını tüm filme tam anlamıyla nüfus edemediği de bir gerçek.

İngiliz yazar, filozof ve kadın hakları savunucusu Mary Wollstonecraft’ın kızı olan Mary’nin güçlü bir kadın karakter olması kaçınılmaz. Filmde tarihin önemli kadın hakları savunucularından birinin kızı olan Mary’nin, büyüme yıllarını izlerken sürekli Wollstonecraft’ın ismini duymaktayız. Hatta sadece ismini duymakla kalmıyor; yaşamı ve yaptıkları ile bir yazar adayı olan kızının yolunu nasıl aydınlattığını da görüyoruz.

Başka Bir Yol Mutlaka Vardır!

Evlilik kurumuna olan inançsızlığından tut da varoluşçuluğa inanmasına kadar en önemlisi ise ne olursa olsun aşkının peşinden koşması konusunda hep annesinin izini takip ediyor aslında Mary. Annesinin evli bir çift ile yaşayıp üçlü bir ilişki sürdürmesi konusundaki tercihini bile çok da farkında olmadan devam ettiriyor: Sevgilisi ve kendileriyle yaşayan kız kardeşi arasında onun dışında gelişen şeyler üçlü bir ilişkiyi ortaya çıkarıyor. Mary, henüz ilk eserini kaleme bile almaya başlamadan önce toplumda var olma konusundaki kararlı duruşu ile dikkat çekiyor.

Mary’nin en net duruşlarından biri o dönem çokça yapılan anonim kitap yayınlama davranışına karşı çıkmasıdır. Zira kendi adımla kitabım yayınlanmayacaksa yayınlanmasının ne anlamı var diye düşünüyor. Kitabını yazıp bitirdikten sonra da bizzat yayıncılarla kendisi görüşmeye gidiyor. Yayıncılara ağzının payını da vermekten geri kalmıyor.

Fakat Mary’nin duruşunu en güzel özetleyen diyaloglardan birisi ise Lord Byron (romantizm akımının önemli şairlerinden) karakteri ile yaşanıyor. Lord Byron, Mary’nin kız kardeşi Claire’yi yüz üstü bıraktığında kendini haklı kılmak amacıyla “Genç kız, olgun erkeğe geldiğinde tek yol vardır.” dediğinde Mary, ona “Başka bir yol mutlaka vardır.” diye cevap veriyor. İşte Mary, bu başka yolu arayıp bulanlardan ve adımlayanlardan oluyor.

Mary’nin Diriltme Arzusu

Onu doğurduktan kısa bir süre sonra hayatını kaybeden annesini ve henüz minicikken ölen bebeğini tekrar diriltmek, Mary’nin hep en büyük arzusu olmuştur. Hayalet hikâyelerine meraklı olmasının da zaten en büyük sebebi budur. Ona hikâyeleri okutan şey hep annesinin de hayaletiyle bir gün buluşabilme isteğidir aslında. Yine İskoçya’daki arkadaşı ile ruh çağırma seansı ile ilgili sohbetleri, sevgilisi ve kardeşi ile gittikleri gösteride galvanizm yöntemi (İtalyan fizikçi Luigi Galvani’nin keşfettiği yöntem) ile ölü kurbağanın hareket ettirilmesi esnasında yaşadığı büyük heyecan, gördüğü ilginç rüyalar ve fırtınalı günlerde arkadaşlarla yapılan sohbetler…

Tüm bunlar Mary’nin Frankenstein ya da Modern Prometheus’u yazmasına katkı sağlamıştır. Haifaa Al-Mansour’un, özellikle ruh çağırma sohbetinden sonraki ve galvanizm gösterisinden sonraki sahne geçişinden önce gökyüzünde çakan şimşeklerle bizleri buluşturması önemli. Zira yönetmen, bu yaşantıların Mary ve büyük eseri için önemli dönemeçler olduğunun altını çizer. Bu sahne geçişleri ve iç içe kurgulanmış muazzam birkaç sahne filmin teknik anlamda dikkat çeken yanları.

Mary’i Esir Alan Karabasan

Filmin en can alıcı sahnesi ise Mary’nin Lord Byron’un evindeki Henry Fuseli’nin The Nightmare (Kâbus) isimli tablosunu incelediği anlara ev sahipliği yapar. Fuseli’nin tablosunda kadını esir almış karabasan ve arkada görünen at, Mary’nin hayatının metaforudur. Tablodaki kadın Mary, böğrüne oturmuş ve onu etkisiz hale getirip soluksuz bırakan karabasan başta şair sevgilisi Percy Shelley (Douglas Booth) olmak üzere çevresindeki yakınları, atı ise koyduğu kurallarla hayatı çekilmez hale getiren ve aslında arka perdede duran ve her şeyin asıl müsebbibi olan güçler (din, sistem, aile…) olarak düşünebiliriz.

Mary, bu tabloyu incelediği dönemde gerçekten de tam olarak bu güçlerin esareti altına girmiştir. Mary, sevgilisi Shelley’e hak ettiğinden daha fazla değer biçip esaretine girmiştir. Yine sevgilisi ve kardeşinden dolayı girdiği çevreler de onu kısır bir döngünün içine ve mutsuzluğa sürüklemiştir. Tüm bunların ışığında Mary’nin kaleme aldığı romana gelecek olursak asıl benzerliği orada göreceğiz.

Henry Fuseli’nin The Nightmare adlı tablosu.

Mary Kendini Canavar ile Özdeşleştirir

Doktor Frankenstein’ın kadavra parçalarından birleştirilerek yarattığı eseri yine yaratıcısı tarafından terk edilerek büyük bir yalnızlığa sürüklenir. Bu yalnızlık, terk edilmişlik bir süre sonra intikam isteğini doğurur ve önce yaratıcısının sevdiklerini sonra da bizzat yaratıcısını öldürür bu canavar. Fakat en büyük acıyı da kendisi yaşar. Zira yaratıcısını her şeye rağmen çok sever. İşte Mary, kendini bu yaratık ile özdeşleştirir.

Mary’nin romanının taslağını ilk okuyan kişi olan sevgilisi Shelley, Doktor Frankestein’in yarattığının neden bir melek olmadığını neden bir canavar olduğunu sorduğunda Mary’nin verdiği cevap her şeyi özetler. Mary, Shelley’e etrafımızda yarattığımız dağınıklığa ve bana bak der. Zaten bu cümlenin devamını getirmesine gerek kalmaz.  Mary, bu dağınıklıktan, ihanetten, sevgisizlikten ancak bir canavar çıkacağını çok güzel bir şekilde özetler.

Onu var eden en başta annesi olmak üzere babası, sevgilisi, kız kardeşi, doğurduğu bebeği hep onu terk etmiş, yalnız bırakmıştır. Kimi ölerek kimi de sırtını dönerek onu büyük bir yalnızlığa sürüklemiştir. Mary, tüm bu yalnızlığının intikamını, yarattığı kahramanı aracılığıyla alır. Doktor Frankestein, Mary’nin mutsuzluğuna sebep olan herkesin temsilidir. Yine başka bir açıdan Doktor Frankestein’i Mary’nin annesi, canavarı da Mary olarak düşünmek pek tabii mümkün. Zira Mary, doğarak yaratıcısının ölümüne sebep olmuş doğuştan bir canavardır aslında. En azından o öyle olduğunu düşünmektedir.

Mary, tüm bu yıkıcı dünyaya inat belki romanında ve hayatında çok da güzel, sevimli bir şey yaratamaz ama yüzyıllar geçse de unutulmayan bir karakteri hayatımıza kazandırır. Üstelik filmin son sahnesinde şahit olduğumuz gibi aynı zamanda bir hak mücadelesini de kazanır: Yazarının ismiyle Doktor Frankenstein ya da Modern Prometheus tekrar basılır ve yüzyıllar boyunca raflardaki yerini korur.