24.08.2022
Modern Klasik: Dead Poets Society
Murat ALTIN
“Herkesin öğrencilik hayatında çok sevdiği, hayran olduğu, hayatına yön veren bir ya da birkaç öğretmen olmuştur“
N.H. Kleinbaum’un aynı isimli kitabından uyarlanan 1989 yapımlı Dead Poets Society (Ölü Ozanlar Derneği), öğrenci-öğretmen ilişkisi ile kalmayıp ilk gençlikte yaşanan duygulara, düşüncelere odaklanan ve yediden yetmişe herkes için hayatı sorgulatan bir film.
Peter Weir’in yönetmenliğini yaptığı Ölü Ozanlar Derneği, hala pek çok ülkenin pek çok okulunda öğrencilere izletilmesi sebebiyle de dünya sinemasında ayrı bir yer tutmayı başarmıştır.
Gelenek, Onur, Disiplin, Mükemmellik
Mottosu “Gelenek, Onur, Disiplin, Mükemmellik” olan “Hell-ton Lisesi” (orijinal adı ile Welton), üniversiteye öğrenci hazırlama konusunda başarılı olmuş, velilerin güvenini kazanmış saygın bir okuldur.
Okulun yeni edebiyat öğretmeni olan John Keating (Robin Williams) ise bu öğrencilerin kendi fikirleri olan, özgür bireyler olmaları halinde başarıya ulaşacağını düşünen yenilikçi ve oldukça etkili yöntemlere sahip bir öğretmendir. Kısa süre içinde öğrencilerin hayatlarını değiştiren Keating, bir yandan da okul yönetiminin baskıcı tutumuna karşı mücadele verir.
Realizm ile romantizmin doyasıya kıyaslandığı filmde Keating, üzerindeki baskılarla ezilmeyen, kendisinden beklenenin fazlasını yapan ve bu şekilde liderlik ettiği öğrencilerin hayatını anlamlandıran bir süper kahraman gibidir. Çünkü günlük hayatın getirdiği anlamsız sorumluluklara ve toplum baskısına direnmek bazen insan üstü bir çaba gerektiren, oldukça zorlu bir iştir. Öğrencilere bir sürünün parçası değil, kendi başına ayakta durabilecek bireyler olmaları gerektiğini anlatan Keating, bunun dışında öğrencilerine ve dolayısıyla biz seyircilere iki önemli mesaj verir. İlkinde ‘anı yaşama’nın gerekliliğinden (Carpe Diem) bahseder. Bu sebeple öğrencilerle tanıştığı ilk gün Kafkaesk bir biçimde ölümü hatırlatır onlara.
İkincisi için, ki bence filmde verilen en önemli mesaj budur ve John Keating şöyle der: “Bizler hoş olduğu için şiir okuyup yazmıyoruz; insan ırkının birer mensubu olduğumuz için şiir okuyup yazıyoruz. Ve insan ırkı tutku doludur. Tıp, hukuk, işletme, mühendislik.. bunlar asil uğraşlardır ve hayatı sürdürmek için gereklidir. Ama şiir, güzellik, romantizm, aşk.. bunlar hayatı, uğruna sürdürdüğümüz şeylerdir.”
Kitabı ile büyük farklılıklar göstermeyen filmde, karakter betimlemeleri de gerçekçilikten kopmadan, oldukça zekice yapılmıştır. Keating, Todd, Neil, Cameron, Knox, Charlie… hepsi seyirciye ayrı duyguları çağrıştıran; mimikleri, hareketleri ile filmin verdiği mesajlara ruh veren karakterlerdir. Bu bağlamda filmin en önemli başarılarından biri de, böylesi ütopik mesajlar verirken gerçekçilikten kopmamasıdır. Tıpkı Neil’in tiyatro tutkusunun, doktor olmasını isteyen ailesinin baskılarıyla çarpıştığında ortaya çıkan sonuç gibi… Ayrıca filmin etkileyici finaline de bir parantez açmak gerekir. Olay akışının duygusal anlamda bütünüyle tamamlandığı, insanın içindeki coşkuları doyasıya tetikleyen müthiş bir son; ki şairlerle, şiirlerle, sanatsal ruhla dolu bir filme de bu yakışırdı zaten.
Kısaca mesajını sağa sola sapmadan, en anlamlı haliyle seyirciye geçiren bir film ve bir fikir: “özgür/lüğü düşünen, başkalarına karşı gelme anlamına gelse bile doğru bildiği şeyi yapan bireyler yetiştirmek”.
Bu filmin her idealist öğretmen, her bilinçli öğrenci için taşıdığı anlamın büyüklüğüne şaşmamalı. Hele ki günümüz dünyasında bunun bir paradoks olduğunu düşünürsek. Ama unutmayın, Keating’in de dediği gibi; “Kim ne derse desin, kelimeler ve fikirler dünyayı değiştirebilir!”