24.08.2022

Modern Klasikler: Los Lunes Al Sol

Yusuf YETİŞ

Milyonların Hikâyesi: Los Lunes Al Sol

“ne gülüyorsun, anlattığım senin hikâyen!” – Horatious

Bir filmi niçin izleriz? Ya da bir romanı, şiiri niçin okuruz? Daha doğru soruyu sormak gerekirse, bir sanat eserinde bizi asıl kendine çeken şey nedir? Şüphesiz ki ölçütünün, güzellik veya çirkinlik olduğu bir alanda, bu soruyu sorduğumuzda, akla gelen ilk cevaplar da bunlar olacaktır. “Bunu okuyorum çünkü çok güzel” veya “şunu izliyorum çünkü çok güzel.” Soruyu ikinci aşamaya çekip, niçin okuduğumuzu değil de, niye güzel bulduğumuzu soracak olursak, bu sefer cevaplar farklılaşır. İlk sorunun muhatabı bizden çok sanat eseridir. Bunun muhatabı ise bizim değerlendirmelerimiz, kişisel zevklerimiz, güzellik ölçütlerimizdir. Herkesin ölçütü değişebilir fakat hepimizin içten içe sahip olduğu ve sonucu aynı yere çıkan bir ölçütü vardır; “güzel buluyorum, çünkü beni anlatıyor” veya “çirkin buluyorum çünkü beni anlatmıyor.” Bir sanat eseri gerçek yaşamdan ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, o kadar yaşama ilişkindir. Kaçış edebiyatı olarak nitelendirilen, Fantastik Edebiyat bile ait olmak istediğimiz yerleri anlatmasıyla, bize ilişkindir. Haliyle sanat eseri, bize yani yaşama ilişkin olduğunca güçlüdür, güzeldir.

“Bu film gerçek bir hikâyeden değil, binlerce kişinin hikâyesinden uyarlanmıştır.”

Yarım-yamalak çevirebildiğim haliyle, bu sözle başlar film, derdini ortaya koyar. Gücünü nerden aldığını açıklar. Meydan okur bir nevi izleyicisine. Seni anlatıyorum der. Hadi saklan, saklanabiliyorsan, kaç kendinden. Ulus Baker “Tarkovsky her şeyi yazabilir, Dostoyevsky her şeyi gösterebilir” derken, durumu çok güzel özetlemiştir aslında. Bu iki zirve ismin en büyük becerileri; yaşama dair her şeyi gösterebilmek veya anlatabilmekteki ustalıkları. Tıpkı bu iki ismin eserleri gibi diğer eserlerde yaşama ilişkin olduğu sürece başarılıdır. Yaşamla her karşı karşıya geldiğinde anlam buldukça, güçlüdür. İşte Fernando Leon de Aranoa’nın Los Lunes Al Sol (Güneşli Pazartesiler, 2002) filmi, gücünü buralardan aldığı için güçlü, yaşama dair olduğu için, milyonların hikâyesini anlattığı için.

İşlerinden kovulan yedi tersane işçisinin hayatına kamerasını çeviren Aranoa, çok güçlü bir konuyu, çok etkili bir biçimde anlatarak, bir sanat eserinden beklenen en büyük isteği (yaşama ilişkin olma) karşılıyor. Tabii yaşama ilişkin olma, sinema sanatındaki güzelliğin ilk ölçütü, Los Lunes Al Sol geriye kalan konularda becerikli mi, sınıfta kaldığı yerler var mı, yok mu, gelin ona odaklanalım biraz da ve tanrının bile inanmadığı bu yedi tersane işçisinin hayatına, Aranoa merceğinden göz atalım.

“Amador: asıl soru tanrıya inanıp inanmadığımız değil. Asıl soru Tanrı’nın bize inanıp inanmadığı… Çünkü inanmıyorsa, sıçtık. Bilmiyorum ifade edebiliyor muyum? Bence inanmıyor, en azından bana inanmıyor. Sana da inanmıyor santa. Jose’ye, ona biraz inanıyor olabilir. Bilmiyorum.”

Böyle ifade ediyor içinde bulundukları durumu Amador, Tanrı’nın bile inanmadığı yedi tersane işçisinin hayatını, en iyi özetleyen cümle belki de bu. Filmin isminin çıkış noktasına ve neden çok akıllıca bir seçim olduğunu anlatarak başlayalım; Güneşli Pazartesiler, filmin isminin Türkçeye bire bir çevirisi de bu şekilde, bunu belirtelim önce. Çalışan bir insan için pazartesilerin anlamı aynıdır. Haftanın ilk günü, aynı zamanda haftanın ilk çalışma günü, yani adam akıllı durup güneşi seyremediğimiz, güneşli bir gün olsa dahi güneşin hakkını veremediğimiz bir gün. İşsiz kalan biri için geriye kalan ise, ne yapacağını bilmediği  güneşli pazartesilerdir. İsmini bu şekilde, çok şiirsel bir üslupla alan film, diyalog olarak da şiirden geri kalmıyor. Yedi işçinin, kendi aralarında yaptığı, hayatı,  doğayı, kadınları, futbolu ve yer-yer tanrıyı bile kapsayan konuşmalar, bir çok izleyeninin aklında yıllarca yer ediniyor. Yıllar sonra bile sorduğunuzda, Santa’nın, “Ağustos Böceği ve Karınca” hikâyesini anlattıktan sonraki repliğini, mahkeme çıkışı sokak lambasını gördüğündeki repliğini veya son sahnede lambayı söndürürken ki; tek repliğini hatırlayanlar olacaktır.

“Dostum sana kötü bir haberim var, sosyalizm ile ilgili söylenen her şey yalanmış. Benim sana daha kötü bir haberim var, kapitalizm ile ilgili söylenen her şey gerçekmiş”

Senaryo açısından kuvvetli bir film olduğunu söyledik, filmin hem senaristi hem de yönetmeni konumunda olan Aranoa, senaryodaki başarısını, yönetmenliğiyle taçlandırıyor dersek yeridir. Yedi arkadaşın kendi aralarında konuştukları sahnelerde,  bir adım daha atsak sanki biz de yanlarında olacakmışız hissi uyandırıyor film. Konuşmayı denesek bizi duyacaklar, dönüp bizle ilgili bir şeyler söyleyecekler. Merakla dinleyecekler bizi, yeni söyleyeceğimiz bir şey var mı diye.

Seyircisini olaya dahil etmede bu kadar başarılı olan Aranoa, sadece bu kadarla da kalmaz, uzun sekanslardan elinden geldiğince kaçınarak ve biraz bile olsa süren bir hikâye yaratmaya çalışarak, izleyicisini bir an bile sıkmadan filmin sonuna kadar sürükler. Çaresizliği, yoksulluğu anlatır ve bunu bağıra çağıra bir şekilde de yapmaz Aranoa, tablolarla anlatır, maç biletine paraları yetmedikleri için maçı sahanın dışından izleyen ve görmedikleri bir gole sevinen adamlar resmeder, çirkin gördüğü bir sokak lambasını patlatan fakat ceza ödemekten de, lambayı bir daha kırmaktan da kaçınamayan yüzleri resmeder. Seni, beni, onu, hepimizi yani. Geçim derdi çeken herkesi. Los Lunes Al Sol filminde anlatılan, senin hikâyendir.

Yazının finalini, yönetmenin oyuncu seçimleri ve oyunculuklar ile yapalım. Santa karakterine hayat veren Javier Bardem, bana göre kendi oyunculuk kariyerinin zirvesine çıkıyor bu filmle. Normal haline göre daha kilolu, saçlarının ön kısmı alınmış haliyle,  normal yaşından en az 10 yıl daha yaşlı gösteren Javier Bardem, tüm bu uğraşa değecek bir oyunculuk sergiliyor. Öyle ya,  final sahnesini izlerken, kaçımızın gözleri dolmadı ki. Luis Tosar (Jose) ve Celso Bugallo’nun (Amador) oyunculuklarının da görülmeye değer olduğunu belirtmeden geçmeyelim. İspanya’nın Oscar’ı olarak nitelendirilen Goya Ödüllerinden beş ödülle dönmüş, Yabancı Dalda En İyi Film Oscar’ına aday olmuş bu film, türünün en iyi örneklerinden biri olarak, çoktan sinema tarihindeki yerini aldı ve izleyicisini bekliyor.