24.08.2022

Modern Klasikler: Pulp Fiction

Yusuf YETİŞ

Quentin Tarantino ve Hız Treni: Pulp Fiction

90’lar sinemasının ilk dönemleri… Sinema tarihinin, en büyük, en yetenekli, en deli dolu yönetmenlerinden biri, nihayet sahnelere adım atıyor. Sinemasıyla tüm bir nesli etkileyen ve etkilediği kesimin birçoğunun da hayranlığını kazanan Quentin TarantinoReservoir Dogs (Rezervuar Köpekleri, 1992) isimli ilk uzun metrajıyla izleyicisinin karşısına çıkıyor.

İlk uzun metrajının yayınlanmasının ardından sinema basamaklarını üçer-beşer tırmanmaya başlayan Tarantino, bir anda herkesin sevgisini kazanıyor ve özellikle gençler tarafından baş tacı ediliyor. Başarılı bir ilk film, bir çok insan için yeterli olabilir, hatta ilk filminde başarıyı yakalamış bir çok insan, ilkinin altında kalmamak, ondan daha iyi bir şeyler yaratmak için uzun bir süre beklemeyi tercih eder genelde fakat Tarantino, dünya sinemasına uzun yıllar gölgelerde bekleyen ve savaş için her şeyini hazır eden bir adam olarak giriyor.

İlk filmindeki başarının üzerinden çok uzun bir süre geçmeden Tarantino, ikinci filmini, birçok kişiye göre en başarılı filmi olarak görülen filmini, ortaya koyuyor: Pulp Fiction. Bolca kan, güldürü, iç içe geçmiş hikâyeler, pop kültür, beklenmedik ölümler… Tarantino sinemasının temel yapı taşları bunlar. Pulp Fiction ise bunların en başarılı biçimde kullanıldığı ve bir potada eritilip sindirildiği filmi. Pop kültür ögesinin diğer ögelere göre ağır bastığı bu film, bir yerden sonra kendi kendine pop kültürün önemli bir parçası haline geliyor bile diyebiliriz. Örneğin ana lisanı İngilizce olmayan birçok insan bile, filmle ilgili sorular sorduğunuzda, “say what again” veya “i shot Marvin in the face” gibi replikleri ezberden söyleyebiliyor.

İlk filmindeki başarısını ve ününü bu filmle katlayan Tarantino, kamera kullanımındaki başarısı ve yenilikçi tavrı, göstermekten çekinmediği şiddet sahneleri, birden çok senaryoya dönüşebilme potansiyeline sahip senaryoları ile modern bir “Auteur” sinema temsilcisi haline geliyor ve bu alandaki ender Amerikalılardan biri oluyor. İzleyenler için Natural Born Killers (Katil Doğanlar, 1994, Yön: Oliver Stone) ile True Romance (Çılgın Romantik, 1993, Yön: Tony Scott) filmlerinin aslında tek bir senaryodan oluştuğunu, sonradan parçalandığını söylemek, birden fazla senaryoya dönüşebilme kısmı için yerinde bir örnektir sanıyorum. Bu iki film kendi içlerinde bile birkaç eklemeyle birden fazla senaryoya dönüşebilme potansiyeline sahip filmlerdir.

Tarantino’nun en başarılı ve onu dünya çapında bir üne kavuşturan filmi dedik Pulp Fiction için, şimdi biraz da onu konuşalım.

Başrollerde Uma Thurman, John Travolta, Samuel L. Jackson, Harvey Keitel, Bruce Willis, Tim Roth… Dev bir kadro, dev bir hikâye… Senaryodaki herhangi bir karakteri alıp bir kenara bıraktığınızda, sadece bu karakterin başından geçenlerle bir senaryo oluşturulabileceğini görürsünüz filmi izlerken. Hatta bunun canlı kanıtı, yine Tarantino’nun elinden çıkıyor. Mia Wallace (Uma Thurman) karakterinin anlattığı ufak bir hikâye, Kill Bill gibi dev bir serinin ana temasını oluşturuyor.

Hepsi bir yerlerde, ufak bile olsa birbiriyle bağlantılı olan bir sürü hikâyeden oluşuyor film. Yazının girişinde “Hız Treni” tabirini kullanmamın nedeni de bu mesela, birçok sıkıcı hikâyeden meydan gelmiyor film, kendini sonuna kadar izlettiren, merak uyandıran ve replikleri ile de akıllardan bir türlü çıkamayan hikayelerden meydana geliyor. Bu hikâyelerin her biri, son sürat giden bir lokomotifin birer vagonu ve hepsi kendi içinde başarılı olduğu, kendini izlettiği için de film; bir tür hız trenine binmişsiniz hissiyatı yaratarak ne zaman bittiğini anlamadığınız, yaklaşık üç saatlik, bir süre vadediyor.

Şu ana kadar sekiz filme yönetmenlik yapan ve onuncu filminin ardından kariyerini noktalayacağını açıklayan Quentin Tarantino, bundan yaklaşık yirmi üç yıl önce, çeyrek asırlık bir kültürün en kıymetli parçalarından biri haline gelecek, kült yapımlar arasındaki yerini alacak ve bundan sonraki uzun yıllarda, oluşacak yeni kültürün de parçası olabilecek bir yapıma imza atıyor. Montaj esnasında kronolojik bir sıranın takip edilmemesi ise; cesaret isteyen ve hak ettiği övgüyü sonuna kadar alan bir tercih oluyor. Başroller, isimlerinin hakkını veriyor; Tarantino kamera konusundaki becerisini yeniden ortaya koyup, rüştünü ispatlıyor. Müzik seçimleri konusunda taraflı tarafsız herkesin hayranlığını kazanan Tarantino’nun, bu konudaki en başarılı filmi ise yine Pulp Fiction oluyor bana göre.

Hikâye olarak herhangi bir mesaj verme kaygısı taşımayan, eğlencenin, uyuşturucunun, silahların yer aldığı bu film, bazıları tarafından çok beğeniliyor, bazıları tarafındansa hak etmediği bir övgüyü aldığı gerekçesiyle nefret ediliyor. Sanatın ciddi anlamda bir mesaj verme kaygısı taşımadan yapılması gerektiğini, bu yöntemle sanattan çok bir düşünce metninin ortaya çıkacağını düşünen biri olarak, Tarantino; benim hayranlığımı kazanmış bir isim. Hem senaryo hem de yönetmen koltuğundaki becerisi ile de çağımızın en büyük yeteneklerinden biri.

Birçok film hakkında bir şeyler yazarken olayları anlatmak mantıklı olandır fakat söz konusu film, Pulp Fiction ise, karakterleri bir kaç cümleyle tanımlamak, olayları anlatmaya göre daha doğru bir tercih olacaktır sanıyorum. Yazının bundan sonraki kısmında, filmdeki başlıca karakterleri ve hikâyelerini birkaç cümleyle anlatmaya çalışacağım.

Vincent Vega (John Travolta)

Avrupa’dan yeni dönmüş, ortağı Jules ile Marsellus Wallace’a çalışan bir karakter olan Vincent, akıllarda “i shot Marvin in the face” repliğiyle yer ediniyor daha çok. John Travolta‘nın çöküşe geçen kariyerini yeniden canlandıran karakter olarak da sinema tarihine önemli bir katkı sunuyor.

Jules Winnfield (Samuel L. Jackson)

Vincent’ın ortağı konumunda olan Jules, bu tarz işlere sırtını dönüp, yüzünü Tanrı’ya dönmek isteyen bir karakter olarak karşımıza çıkıyor. İncil’in sürekli aynı pasajını ezberden okuması ve “say what again” repliği ile pop kültüre önemli bir katkı yapan Jules, Tarantino – Samuel Jackson ortaklığını başlatan rol olarak da önem arz ediyor.

Marsellus Wallace (Ving Rhames)

Tüm işlerin patronu ve sahibi konumunda olan ve hikâyedeki güç sahibi tarafı temsil eden Marsellus Wallace, Tarantino’nun karakterlerini harcamaktan çekinmemesinin gazabına uğruyor ve çok iğrenç görülebilecek bir olayın içinde yer alıyor.

Winston “The Wolf” Wolfe (Harvey Keitel)

Sadece “it’s thirty minutes away, i’ll be there in ten” cümlesiyle bile nasıl bir karakter olduğunu ortaya koyan “The Wolf” filmin sorunları çözen karakteri olarak karşımıza çıkıyor. Aynı zamanda göründüğü çok kısıtlı süreye rağmen, benim favori karakterim olmayı başarıyor. Harvey Keitel‘a bunu yapabildiği için ayrıca teşekkürler.

 

Mia Wallace (Uma Thurman)

Güç sahibi Marsellus Wallace’ın eşi konumunda olan Mia, Kill Bill için verdiği ipuçları ve meşhur dans sahnesiyle akıllarda yer ediniyor. Girl You’ll Be a Woman Soon şarkısının eşlik ettiği sahne ile de, müziğin sinemaya eşlik ettiği en güzel anlardan birine imza atıyor.

Butch Coolidge (Bruce Willis)

Hileli bir boks müsakabasını, olmaması gereken haliyle sonuçlandıran Butch, kötü adamlardan kaçmak zorunda oluşuyla hikâyesini oluşturuyor. Butch’un kısmındaki saat kısmının filmin en güzel kısımlarından biri olduğunu söylememe gerek yok herhalde. Dönüp dolaşıp, kaçtığı adam Marsellus Wallace ile aynı kaderi paylaşması da Tarantino’nun uçuk senaryo anlayışının cilvesi olsa gerek.

Honey Bunny, Pumpkin (Amanda Plummer, Tim Roth)

Filmin iki saf aşığı, açılış sekansının sahibi ve hırsızları konumunda olan bu iki sevgili, efsanevi bir filmin başladığının sinyallerini erkenden veriyorlar. Pump It şarkısının eşlik etmesi ile biten bu sahne, Jules Winnfield karakterini de içinde görmemizle geri dönüş yapıyor.