06.06.2017
O AN: Before Sunsire & Before Sunset
1995 yılında Richard Linklater, bize pek alışık olmadığımız bir romantik komedi eseri armağan etti. Zira filmimizdeki çiftler birbirlerine kur yapmaktan ya da birbirlerine kavuşamama sancısı çekmekten çok hiç durmadan bulundukları enfes şehirleri gezip konuştular. Durmaksızın konuşan geveze çiftlerimiz, biz seyircileri bu bazen takip edilmesi bile zorlaşan sohbetleriyle adeta kendilerine hayran bıraktılar. Final ile de yine şaşırtıcı bir hamle yapan Linklater, böylece filmine hayran olan kitleye bekleyin bu çiftleri yine bol bol dinleyeceğiz demişti ki, dokuz yıl sonra onlarla bizi gerçekten de yine buluşturdu. Hatta bir dokuz yıl sonra da tekrar. Böylece yirmili yaşlarında birbiriyle tanışan Céline (Julie Delpy) ve Jesse (Ethan Hawke) ile uzun süreli bir dostluk yaşattı adeta Linklater bizlere. Before Sunsire, Before Sunset ve Before Midnight bana kalırsa en gerçekçi, en çarpıcı aşk filmlerinden. Zira aynı kişilerle on sekiz yıla yayılan bir serüvene imza atan bu filmler, ilişkiler ve aşk üzerine en olması gereken tespitleri yapan, fazlasıyla realist yapımlar olma unvanını sonuna kadar hak eder hiç kuşkusuz.
Bu methiyeler dizilmekle bitirilemeyecek serinin en önemli meziyetlerinden birisi ise izleyicilerin aklından çıkmayan diyalogları ve gözlerimizin önünden gitmeyen kıskanılası anları olsa gerek. Her an sevgilimizle bindiğimiz bir tramvayda ya da arabada filmden aklımıza düşen anların olmadığını kim inkâr edebilir. İlk etapta birbirlerine kur yapmak daha sonra ise ilişkilerini beslemek hatta ve hatta yorgun düşen aşklarına can suyu olmak için en iyi yaptıkları şey konuşmaktır Jesse ile Céline’nin. Kimi zaman felsefi, gayet ciddi konuları kimi zaman da bir anılarını, kimi zaman ise tam anlamıyla havadan sudan konuştukları bu bitmek bilmez anlar onların aşkını, ilişkisini var eden en büyük sebep değil de nedir? İşte zaten birbirlerine ilk anda tutulan bu iki çiftimizin Before Sunsire ile Before Sunset’de birbirine o kadar benzeyen kısacık ama tüm ömre bedel bir anları vardır ki… Before Sunsire’da çiftimiz Viyana’nın o eşsiz caddelerinde tramvayda gezerken Céline, hararetli bir şekilde bir anısını anlatıyor, Jesse de onu adeta kendinden geçmişçesine dinliyordur. Hah işte! İşte tam o an Jesse, Céline’in saçlarına dokunmak ister. İlk gördüğü andan itibaren yanıp tutuştuğu şeye dokunup, hissetmek ister aslında. Fakat tam dokunacakken Céline, Jesse’ye döner. Jesse hâlâ adı konulmamış bir ilişkinin mahcupluğuyla elini çeker.
Before Sunset’de ise dokuz yıl sonra tekrar karşılaşmış olan çiftimiz bu kez Paris’in eşsiz sokaklarında arabayla yol alırken bir yandan da dokuz yılı telafi etmek gayretiyle konuşmaktadırlar. Jesse, bu süreçte talihsiz evliliğinden ve her an Céline’i düşünerek geçirdiğinden bahsederken Céline, dokunmak ister onun saçlarına. Anlattıklarından dolayı acı çektiğini hissettiği Jesse’ye yardım etmektir belki de amacı. Fakat Jesse’nin kafasını çevirmesiyle ayrı düşmelerinin verdiği mahcubiyet engel olur bu kez de. Ne Jesse ne de Céline dokunamaz saçlara bir türlü. İzleyenlerin adeta içinin yağlarını erittiği bu anlar sinema tarihinin en etkileyici anlarından olmayı sonuna kadar hak eder kesinlikle. Hem o kadar yakın hem o kadar mahcup, çekingen olabilmenin tarifi mümkünsüz ifadesidir bu anlar.