09.03.2022

Pera Sohbet: Çağıl Bocut

“Aileler Tehdit Edildiği Anlarda Çok Tehlikeli Mekanizmalara Dönüşebiliyor”

Çağıl Bocut’un bol ödüllü ilk uzun metrajı Sardunya, festival macerasının ardından seyircisiyle MUBI Türkiye’de buluştu. Son dönemde yerli filmlerin önemli bir bölümünün vizyonu pas geçip dijital platformlarda yayınlanmasına böylelikle Sardunya da katılmış oldu. 40. İstanbul Film Festivali’nde Seyfi Teoman En İyi İlk Film ödülü ve 32. Ankara Film Festivali’nde En İyi İlk Film ödülünün yanı sıra birçok ödül kazanan Sardunya; suçluluk, sevgisizlik ve çeşitli ihmallerden oluşan bir sarmalın içine hapsolan baba-kız hikâyesini anlatıyor. Oyuncu kadrosunda İlayda Elif Elhih, Ali Seçkiner Alıcı, Evren Duyal, Zeyno Eracar, Tansu Biçer ve Ahsen Eroğlu’nun yer aldığı film, üniversite sınavına haftalar kala babasının beyin kanaması geçirdiği haberini alan Defne’nin memleketi Urla’ya dönmek zorunda kalması ve kendisini bir aile dramının içinde bulmasını işliyor.

Filmin yönetmeni ve aynı zamanda senaristi olan Çağıl Bocut ile gerçekleştirdiğim bu röportajda filmi, hikâyesi, çekimleri, gelecek hedefleri ve merak ettiğim başka noktaları da konuşma fırsatı buldum. Keyifli okumalar.

Filmi konuşmadan önce ilk önce sizi tanıyalım isterseniz. Kısaca kendinizden bahseder misiniz?

Tabii. Sinemaya ilgim ortaokul yıllarında mahalleden arkadaşlarımla çektiğimiz kısa filmlerle başladı. Ancak bu isteğim ailemin “Yap ama hobi olarak yap” telkinleriyle hızlıca son buldu. Belki de o aşamada son bulması iyi oldu çünkü üniversitede sinema alanında eğitim alsaydım ilerde başka bir meslek ile ilgilenebilirdim. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde MIS diye bir bölümde okumaya başladım. Aslında bölümümün sinema alanı ile bir ilgisi yoktu ancak Boğaziçi Üniversitesi’nde faaliyet gösteren Mithat Alam Film Merkezi sayesinde içimdeki sinema yapma arzusu tekrar alevlendi. Ardından İngiltere’de yüksek lisansımı sinema üzerine gerçekleştirdikten sonra yedi sene kadar reklam filmleri çektim. Bu süre zarfı içerisinde sinema üzerine doktoramı da tamamladım. Ondan sonra da Sardunya’nın serüveni başladı.

Pandemiyle birlikte filmlerin dağıtım süreçleri de önemli bir değişim geçiriyor. Nitekim son dönemde Hayaletler, Aden, İki Şafak Arasında ve Çatlak gibi yerli yapımlar vizyonu pas geçerek seyircisiyle MUBI’de buluştu. Bu filmlerin arasına kısa süre önce Sardunya da katıldı. Bu kararı alma süreciniz nasıl oldu?

Çoğu yönetmenin hayali, belki de filmini büyük perdede izlemek olabilir. Biz kısa bir süre için de olsa bunu tattık ancak pandemi koşulları seyircilerin alışkanlıklarını değiştiriyor. Diğer taraftan dijital platformlarda eskiden olmadığı kadar çok sinema filmleri izleniyor ve özellikle MUBI’de açılışımızı yaptığımız için mutluyuz. Heyecanımızın samimi bir şekilde paylaşıldığına inanıyorum. Filmimiz, 2-3 hafta gibi kısa bir süre içerisinde binlerce izleyici ile buluştu ve çok fazla olumlu geri bildirim aldık.

İlk uzun metrajını çeken yönetmenler adına en zorlu süreçlerinden birini fon bulma süreçleri oluşturuyor. Sardunya ise başta T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı olmak üzere çeşitli kurum ve fonlardan destek kazanan bir film. Sizin fon bulma maceranız zorlu geçti mi?

Aslında film sürecinde en çok zorlandığımız konulardan birisi fon bulma süreci oldu diyebilirim. Gerçekten kıt kanaat koşullar ile filmi var etmeye çalışıyoruz. Bu maalesef diğer yapımcı ve yönetmenler için de geçerli. Kamu destekleri filmi çekmeniz için çoğu zaman yeterli olmuyor ve yurt dışından da kaynak yaratmanız gerekiyor. Biz T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı destekleri yanında biraz Almanya’dan, biraz da kendi sermayemiz ile bu filmi var ettik. Bütçeyi sağladığınız zaman diğer aşamalar nispeten kolay gelişiyor.

İlk uzun metrajınızda bir baba-kız hikâyesine odaklanıyorsunuz. Kısa sayılabilecek sürede ise bu ilişkinin her adımını sağlam temeller üzerine kurmuşsunuz. Duygular temelinde şekillenen bir hikâyenin yazımında zorladığınız noktalar oldu mu?

Evet, biraz zorlandığımız doğru çünkü senaryoda metot olarak duyguları yazamazsınız. Onun yerine somut aksiyonları yazmanız gerekiyor. Yani karakterlerin niyetler ve motivasyonları görünür olmalı. Bu doğrultuda ben de belli bir senaryo matematiği çerçevesinde hikâyemi kaleme almaya çalıştım. Açıkçası sete girene kadar yazdıklarımın nasıl bir duyguyu ortaya çıkaracağı konusunda soru işaretlerim vardı. Ancak o aşamada da oyuncularım açısından şanslı olduğuma inanıyorum. Projeyi ve beni iyi anladıklarını düşünüyorum. Bu bağlamda hissiyat olarak aklımdakine yakın bir dramatik yoğunluk yakaladık diyebilirim.

Filminizde aile kavramının kirli çamaşırlarını ortaya dökerek topluma dair de çıkarımlar yapmaya imkan tanıyorsunuz. “Kutsal” olarak görülen aile kurumu gerçekten böyle mi?

Bir röportajda demiştim “Aile toplumun biyopsisidir” diye. Gerçekten de böyle düşünüyorum. Aileler aslında tehdit edildiği anlarda çok tehlikeli mekanizmalara dönüşebiliyor. Fertlerin kendi çıkarlarını korumak adına önüne gelen her şeyi yapabildikleri de oluyor bazen.

Film, ilerleyen dakikaları itibarıyla bir polisiye hikâyeye evriliyor aynı zamanda. Bu noktadan itibaren suç, suçluluk ve vicdan gibi kavramlar seyirci üzerinde de baskılayıcı birer unsur olarak öne çıkıyor. Filmin türler arasındaki gezintisinin verdiği sonucu aldığınız riske değer görüyor musunuz?

Genelde kriz anlarında karakterlerin en gerçek tabiatlarına tanık olduğumuz için polisiye elementler aile içi çatışmaları, baba ve kızın ilişkisini daha görünür kılmayı sağlayan bir araçtı sadece. Polisiye unsurlarla hikâyemi radikalleştirerek genç-yaşlı, olgun-toy, ölüm-yaşam çatışmalarını daha belirgin işlemeyi amaçladım. Ama tabiİ biraz amacımın dışında filmin tür değiştiriyor gibi algılanmış olması da çok normal.

Filminizin başrolleri İlayda Elif Elhih ve Ali Seçkiner Alıcı hikâyeyi tek başlarına sırtlıyor adeta. Bu noktadaki başarının arkasında hiç kuşku yok ki özenli oyuncu yönetiminin büyük payı bulunuyor. Henüz tanınmamış bir sima ile tecrübeli bir oyuncunun arasındaki o uyumu yakalamayı nasıl başardınız?

O uyumu aslında benden çok Ali abi ve İlayda yakaladı diyebilirim. Ben sadece buna vesile olmuş olabilirim. Ali Seçkiner Alıcı oldukça deneyimli bir oyuncu ve çok fazla set tecrübesi olmasına rağmen yönetmen oyuncu ilişkisini çok sağlıklı yürütebiliyor. Tecrübesi ile üzerinizde bir baskı oluşturmuyor. Bu da keyifli ve demokratik bir çalışma ortamının temelini oluşturuyor. İlayda’da da ilk sinema filminde üzerinde çok baskı olmasına rağmen çok açık ve yardımseverdi. Aynı şekilde diğer oyuncularımdan yana da çok şanslıydım diye düşünüyorum.

Filmin en vurucu cümlelerinden biri hiç kuşku yok ki “İkimiz de kötü babaların kötü çocuklarıyız” idi. Kötülük kavramının bağlamı içindeki bu kısır döngüyü kırmamız mümkün mü? Kötü bir babanın iyi çocuğu olabilir miyiz yoksa o kavram genetik gibi DNA’mıza hapsolmuş mu?

O kavramın DNA’mıza hapsolduğunu düşünmüyorum ama bu döngüyü kırmak için bireyin kendisi ile biraz uğraşması gerekiyor. Örneğin psikoterapi ya da psikanalizin bireysel farkındalığımızı arttırma konusunda faydalarını bizzat kendim gördüm. Kendi kendinizi de analiz edebilirsiniz ama bu çok daha uzun sürebilir. İnsanın kendi iç sesini duyması ve günlük hayatta konuşmaktan kaçındığı şeyleri telaffuz etmesi çok olgunlaştıran bir deneyim. Bu yolla ebeveynlerimizde rahatsız olduğumuz meseleleri tekrarlamama ihtimalimiz olabilir.

İlk uzun metrajınızda “Şu noktayı daha iyi yapabilirdim” dediğiniz yerler oldu mu? Bu film size ne gibi tecrübeler kazandırdı?

Tabii, çok yer oldu aslında. Öncelikle otobiyografik öğeler barındıran bir hikâye seçmenin çokça dezavantajı olduğunu gördüm. Senaryoda dramatik öğelere karşı daha kapalı olmanıza neden olabiliyor. Hikâyenin orijinali ile aranıza mesafe koymanızı engelleyebiliyor. Ayrıca oyuncu yönetimi konusunda biraz daha cesur olabilirdim diye düşünüyorum. Tereddüt ettiğim noktalarda hep daha sade bir oyunculuğa yönlendim. Şimdi geriye dönüp baktığımda bu konuda biraz daha cesur davranabilirdim diye düşünüyorum. Son olarak, seyircilerin bir olay olmadan bu aile ile biraz vakit geçirmesini istedim. Bu nedenle senaryo matematiği için iki oyunlu bir modeli tercih ettim. Bu da ilk 30 dakikada bazı izleyicilerin sıkılmasına neden olmuş olabilir. Aslında ilk filmlerde bu bir risk çünkü seyirci henüz sizin sinemanızı tanımıyor ve tanıdığı yönetmenlere göstereceği cömert yaklaşımı gösteremiyor. Şu anda bunu da farklı yapardım diye düşünüyorum.

Üzerinde çalıştığınız yeni bir projeniz var mı? Ufak tüyolar alabilir miyiz?

Şu anda haziran ayında çekmeyi planladığım bir kısa film ve Can Merdan Doğan ile birlikte yazdığımız bir tiyatro oyunu var. İkisi de beni çok heyecanlandırıyor. Uzun vadede de birtakım fikirlerim var ama henüz bundan bahsetmek için biraz erken.