24.08.2022

RÖPORTAJ: Yağmur: Kıyamet Çiçeği

.

Halil İbrahim Sağlam

Uluslararası Altın Koza Film Festivali’nde Siyad Ödülü’nü aldığından beri hakkında çok konuşulan Yağmur: Kıyamet Çiçeği filminin yönetmeni Onur Aydın ile keyifli bir röportaj yaptık.

Filmle ilgili en çok konuşulan ve tartışılan noktalardan birisi Kazım Koyuncu’nun filmdeki konumu. Çoğu kişide bir Kazım Koyuncu biyografisi izleyeceği fikri oluşmuş durumda. Dolayısıyla filmi izleyip öyle olmadığını anlayınca hayal kırıklığına uğrayanlar var. Bu konu hakkında ne söylemek istersiniz?

Evet, maalesef filmle ilgili en çok konuşulan şey Kazım Koyuncu’nun filmdeki konumu oldu. Açıkçası benim de en çok üzüldüğüm şey bu aslında. Çünkü film Kazım Koyuncu’nun biyografisi değil. Bunu defalarca söylememize rağmen maalesef derdimizi insanlara anlatamadık. Aslında bu filmi ilk yapmaya başladığımız dönem kitabın üzerinde “Kazım Koyuncu, Trabzonspor ve Çernobil Faciası” diye yazmıştık. Fakat medya Kazım Koyuncu’yu görmeyi tercih etti onların içinde. Üçünün içinde popüler olan, insanların ilgisini çekecek olan Kazım Koyuncu’ydu. Ben birkaç televizyon röportajımda şöyle şeyler yaşadım. Röportajı yapan arkadaşlara “Lütfen buna Kazım Koyuncu’nun hayatı demeyin. İçinde Çernobil ve Trabzonspor’un olduğu, Kazım’ın hayatından sadece bir kesitin olduğu, Kazım’ın sadece yan karakter olduğu bir hikaye anlatıyorum” dememe rağmen akşam haberlerinde bir seyrediyorum, sunucunun ağzından sadece “Kazım” çıkıyor ve altta “Kazım Koyuncu’nun hayatı film oluyor” yazıyor. Bunu sonra durduramadık. Engin’den (Hepileri) ben rica ettim. Canlı yayınlarda bunu söyle, hiç değilse geri dönüşü olmayan yerlerde yapalım bu işi diye. Engin de sağ olsun şu anda önüne uzatılan her mikrofona özellikle “Bu Kazım Koyuncu’nun hayatı değil” diye vurguluyor. Ben kimseyi kandırmış durumuna geçmek istemediğim için filme şu andan itibaren gideceklere özellikle söylüyorum. Lütfen bunun Kazım Koyuncu’nun hayatı olmadığını bilerek gitsinler. Kazım Koyuncu’nun hayatını seyredeceğim düşüncesinde olanlar bence bizim filmi seyretmesinler. Hiç boşuna bize de gönül koymasınlar.

Film aynı zamanda sizin romanınızdan uyarlama. Gerçek bir sanatçının hikayesini farklı hikâyelerle birleştirerek bir “kesişen hayatlar” romanı yazma fikri nasıl oluştu?

Kamuoyunun iyi bildiği, tanıdığı bir kişiyi alıp bir kurgunun içine oturtmak çok riskli bir tercih temelde. Kazım’ın biyografisini yapmadığımız, hikayeyi Kazım’ın bir kesiti ve fikirleri üzerine kurduğumuz için her şeyi, onun bir şekilde teğet geçtiği, etkilendiği ve etki ettiği hayatlar ekseninde anlattık. Aslında ben de o hayatlardan biriyim. Toplumdaki birçok insan da onlardan birisi. Kazım’la ben hiçbir zaman tanışmadım ve hayatımız bir yerde birleşmedi ama bir şekilde fikirleriyle, duruşuyla kesiştik hayatın içinde ve Kazım bana da etki etti aslında. Birbirimizin hayatında öyle değil miyiz? Bir yerlerde teğet geçeriz, birbirimize etki ederiz ama aslında akışı değiştirmeye başlarız. O büyük kelebek etkisi teorisi aslında. Kazım, bizim için öyle. Gerçekliğini alıyoruz, diğer hayatlarla bir yerde kesişiyor, etkileniyor ve etki ediyor. Hepsi bu kadar. Yani burada Kazım’ın hayatını diğer hikayelerle çok iç içe geçirmememin sebebi de aslında tam da buydu. Gerçekliğine zarar vermemekti. Çok minimal geçişler yaptık zaten oraya. Sonuçta Kazım, Çernobil’den etkilendiğini düşündüğümüz bir isim. Görüşleriyle dünyaya başka bir şey katmaya çalışmış bir adam. Ve Trabzonspor. Filmde hepsi bir şekilde Kazım’la kesişiyor ve bir yerlerden teğet geçiyor.

Kitabı filme uyarlama süreciniz nasıl gelişti? Genelde ilk filmini çeken sinemacılar nispeten düşük bütçeli festival filmi kotarmaya çalışırken sizinkisi bayağı riskli ve zor bir iş. Sizin hem ilk filminiz hem de yüksek bütçe gerektiriyor.

Yağmur: Kıyamet Çiçeği gerçekten Türkiye şartlarında yapılması, kotarılması zor bir projeydi. Bu anlamda çok zor ve riskli bir sürece girdiğimizi biliyorduk. Maalesef romandaki hikayelerin ve akışın tamamını filme yansıtamadık. Filmin esas gerçekleştirmek istediğimiz sahnelerini çekmeye bütçemiz kalmadı. Filmi seyrettiğinizde yüksek bütçeli gibi gözükse de romandaki ve senaryodaki asıl çekmek istediğimiz sahneleri yapsaydık bütçe daha da yükselmiş olacaktı ve çok daha büyük bir iş karşımıza çıkacaktı. Bu anlamda romandaki her şeyi aktaramadık. Romanı okuyanlar da zaten bunu görecekler. Maalesef, üzüldüğüm bir noktadır bu. Senaristliğim ve yazarlığım, yönetmenliğimin önüne geçmiş oldu. Ben aslında ekonomik şartlara yenildim bu anlamda. “İlk film” derken ben bu ilk film söylemine hiçbir zaman katılmadım. Katılmamaya da devam edeceğim. İlk filmini çekmek sanki yapılan bütün hatalar için bir af sebebi gibi algılanır. Ben de ilk filmini çeken bir adam olarak bunun arkasına sığınabilirim rahatlıkla ama bunu doğru bulmuyorum. Çünkü birisi ben film çekeceğim iddiasıyla ortaya çıktıysa bunun bir ya da beş olmasının önemi yok. Yaptığı her şeyin sorumluluğunu almak zorunda bence. Günahıyla sevabıyla film benim sonuçta. İlk film çektim diye onun arkasına sığınıp “orası böyle oldu, şurası böyle oldu” demeyeceğim. Yaptığım bütün hataların da doğruların da sorumluluğunu üstleniyorum. O yüzden ilk film de olsa yapabileceğim her şeyi yaptım. Ortaya koyabileceğim her şeyi koydum. Ortaya çıkan filmi beğenip beğenmemenin takdiri kamuoyunun.

Kazım Koyuncu rolünde Engin Hepileri’yi oynatma fikri nasıl oluştu?

Aslında bu seçim çok fazla zorlandığımız bir şey değildi. Ben bu karakteri kim oynar diye düşünürken Engin gözümün önündeydi zaten. Hiç düşünmeden Engin’le konuştuk. O da hiç düşünmeden kabul etti. Sağ olsun, onun da çok etkilendiği bir hikaye oldu. O yüzden hiç zorlanmadık yani, bir günde düşünüp karar aldığımız bir şeydi. Belki de filmin en kolay çözülmüş yeridir.

Kazım’ın ailesi de sanırım çekim sürecinde size destek olmuş. Onlar Engin Hepileri tercihi ve genel olarak film hakkında ne dediler?

Kazım’ın ailesinin benden şöyle bir ricası vardı. Kazım’ı kim oynayacaksa fiziksel benzerliğinin ötesinde insan olarak, duruş olarak da düzgün ve değerli bir adam olmasıydı. Benden tek istekleri buydu. Ben Engin Hepileri’yi önlerine koyduğumda Kazım’ın kardeşi Niyazi “Evet abimi layıkıyla temsil edecek bütün niteliklere sahip bir oyuncu arkadaşımız” dedi. Hiç tereddütsüz Engin’i desteklediler ve kabul ettiler. Kazım’ın ailesi Hopa’daki çekimler boyunca, özellikle annesi ve babası çok yanımızda oldular. Aynı zamanda ablası Canan abla ve abisi Hüseyin abi de bizden manevi desteklerini hiçbir zaman esirgemediler. Onlardan aldığımız güçle yürüdük aslında.

Genelde “kesişen hayatlar” teması her bir hikayenin ayrı ayrı anlatılması, belirli noktalarda ve finalde bağlanması şeklindedir. Sizin filminiz ise bu kurgu stilini sahne sahne ilerletiyor ve hikayeler sürekli iç içe geçmiş oluyor. Çok fazla hikayeniz ve çok planınız var. En başta kafanızda tasarladığınız kurgu tarzı bu muydu?

Tasarladığımız kurguyu tam anlamıyla gerçekleştiremedik çünkü biraz evvel söylediğim gibi senaryomuzun çok önemli bölümlerini çekemedik. Filmde yaklaşık 40 dakikalık bir bölüm eksik. Ortalama bir 70 sahne eksik filmde. 70 sahnenin eksik olduğu bir filmi kurguladığınız zaman ister istemez belli yerleri kopuyor, belli bağlantılarda arızalar oluşuyor. Aslında filmin kurgusu biraz zorunlu olarak bu hale geldi. Yani tercihlerin dışında zorunluluk devreye girdi. Mevcut şartlarda yapabildiğimiz en iyi kurguyu yaptık.

Alejandro Gonzalez Inarritu filmlerini sever misiniz? 2000’lerde kesişen hayatlar furyasını başlatan yönetmen olarak filminizin kurgusunun da o akıcılıkta bir tarzı var sanki.

Inarritu’nun kurgu yöntemiyle ilgili şunu söyleyebilirim. Benim için çok önemli duygusal bir bağ. Ben Adana’da ödül alırken, “Sinemaya Yılmaz Güney seyrederek başlamış birisi için” demiştim ilk cümlemde. Hayatımda çok önemli bir an o. Özellikle anlatmak istiyorum bunu. Ben okuldan mezun olduğumda aslında ne yapacağıma tam karar vermemiştim. Meslek olarak sinemacı olayım diye bir kararım yoktu. Yılmaz Güney’in Duvar filmi bu ülkede yasaklıydı ve o yıl Türkiye’de ilk defa gösterim yapıldı. Ben Duvar filmini seyrettiğimde ne yapmak istediğime karar verdim. Sinemadan çıktığımda ben sinemacı olacağım ve Yılmaz Güney gibi derdi olan filmler yapacağım demiştim. Sinemacılık benim için öyle başladı. Ben Inarritu’nun bütün filmlerini defalarca seyretmiş biriyim. Kesişen hayatlar denilen şeyin zirvesindeki adam odur aslında ama çok önemli bir çengel var burada. Kesişen hayatları ilk yapan aslında Yol filmi ile Yılmaz Güney. Sonra Tarantino, Pulp Fiction’la yaptığında çok önemli bir şeydi. En son Inarritu diye bir adam çıktı ortaya ve kesişen hayatların zirvesine oturdu. Burada beni çok etkileyen enteresan bir nokta var. Inarritu’nun yakın zamanda bir röportajını gördüm. Inarritu “Sinemacı olmaya bir film yüzünden karar verdim” diyor. O da Yılmaz Güney’in Yol filmiymiş. Aslında onunla beni sinemaya başlatan aynı sebepmiş. Sonrasında ben Inarritu’dan çok etkilendim. Aslında esin kaynağımız aynıymış. Ve aslında Yılmaz Güney, Inarritu ve benim aramda bir kesişen hayatlar öyküsü var kendi içinde. (Gülüşmeler)

Hem Adana’da hem de vizyonda iki kere izledim filmi. İkisinde de Devrim Saltoğlu’nun canlandırdığı karakterin finaldeki tercihinde salonda çok farklı tepkiler oluştu. Kimi şok oldu, kimi gülmeye başladı, kimi yok artık dedi, o an bir hareketlilik oldu salonda, birbiriyle konuşmalar başladı kısaca. Burada çok zor bir dramatik karar var. Bunun sebebi sizce nedir?

Şöyle, buna tercih demeye gerek yok. Sonuçta bilinen bir hikaye. 1996 yılında iki taraftar Trabzonspor-Fenerbahçe maçında Trabzon şampiyonluğu kaybedince intihar etti. Gerçek bir öykü var ortada. İki genç kardeşimiz maalesef o duygusal travma ile maçtan sonra canlarına kıydılar. Şimdi biz bugünden sağlıklı bir bakış açısıyla kendimize “İnsan bir futbol maçı için kendini öldürür mü?” diye sorarsak “Tabii ki hayır” diye cevap veririz ama ben hep şunu sordum insanlara. Peki, bir futbol maçı için cinayet işlenir mi? En akıllı insan tabii ki buna bağıra bağıra “Hayır” der ama ben size futbol maçı için işlenen yüzlerce cinayet haberi okuyabilirim. Yani sağlıklı bakış açısıyla bakıp bir adam futbol maçı için adam öldürür mü, intihar eder mi vs. dediğinizde hayır cevabını verirsiniz ama gerçekler öyle değil. İnsanlar futbol maçı için cinayet işliyor. İnsanlar futbol için kendini de öldürüyor. Maalesef bunlar yaşanıyor. Biz gerçekliği ortaya koyduk aslında. Yaptığımız başka bir şey yoktu. Ben uydurmadım bunları. Toplumun içinde var. Daha bir sene evvel İstanbul’un ortasında öldürülen Fenerbahçe taraftarı hatırlıyorum yani. Bir maçtan sonra Edirnekapı’da çocuğu bıçaklayarak öldürdüler. Bir sürü vaka var böyle. Dünyanın her yerinde oluyor üstelik. Yabancı taraftarların da ölümlü kavgalarına şahit olduk biz. Futbol için bunlar oluyor ne yazık ki.

Zaten Devrim Saltoğlu’nun canlandırdığı amigo karakterinin öyle gözükse de sadece şampiyonluk kaçtı diye intihar ettiğini söyleyemeyiz bence.

Çok doğru bir yer. Ben de hep onu söyledim. Aslında travmaları birleşiyor. Adam zaten ailesiyle sorunlu. Karısıyla mutlu olmayan bir adam. Kendi çekirdek ailesinde babasıyla problemleri olan bir adam. Sonra ailesinde daha büyük bir travmaya dahil oluyor maçtan hemen önce. Ve en son maç aslında onun için kırılma noktası. Yaşadığı bir dizi travmanın sonucunda aslında o kararı veriyor adam. Tek bir şey değil. Bunu ben bilerek yaptım aslında, bu sorunun muhattabı olacağımı bildiğim için. “Bir adam maç için kendini öldürür mü?” fikri insanları doyurmuyor, gerçek olmasına rağmen. Ama hayır bizim karakterin sadece maç değil, bir sürü problemi var. Bütün problemlerin katlanması. Aslında o maç onun için kurtuluş gibi. 96’da maçın olduğu gün statta inanılmaz bir atmosfer vardı ve kitapta o cümleyi şöyle kurmuştum. “Sanki Trabzonspor şampiyonluğa değil özgürlüğe yürüyordu.” Ruh hali oydu çünkü insanların. Ve hala Trabzon’da 96’nın travmaları devam ediyor.

Film Adana’da izleyici ve SİYAD ödülü almıştı. Belki görünürde böyle bir problem yoktu fakat ben sinema yazarları arasında bu kararın tartışıldığını kaleme alan bir yazı yayınlamıştım. Bu konudaki düşünceleriniz nelerdir? Festivaller sadece sanat filmlerinin tekelinde mi olmalıdır?

Ben kişisel olarak sanat filmi ve gişe filmi denen ayrıma karşıyım. Öyle bir ayrım olduğunu düşünmüyorum açıkçası. Sinema denilen şey başlı başına bir sanat zaten. Bu sanatı icra ettiğinizde bunun alıcısı olur ya da olmaz. Bunu birileri takdir eder, ödül verir ya da vermez. Ben böyle bakıyorum meseleye. Yani bugün yapılan sanat filmi ne demek ben bilmiyorum açıkçası. Ne demek olduğunu da bir türlü anlayamadım. Ben yaptığım çalışmanın bir sanat eseri olarak ortaya çıkması için uğraşıyorum zaten. Bana göre bir sanat eseri bu. Evet, tabii ki sanat eserini aynı zamanda kamuoyunun önüne koyuyorsunuz, bunun bir alıcısı olmasını da istiyorsunuz. Biz festivallere giderken bizimki sanat filmi mi gişe filmi mi diye düşünmedim ben. Zaten sanat yapmaya çalışan, en azından o niyetle hareket eden bir adamım. İnsanların takdirine sunduk. Onlar da sağ olsunlar, hem sinema yazarları hem halk bizi onurlandırdı. Ne mutlu bize. Umarım ileride zaten bu ayrımı aşarız ve tıpkı dünyadaki birçok yerde olduğu gibi sinemayı bütünüyle bir sanat olarak kabul edip öyle değerlendirme yoluna gideriz. Çünkü bunun örneğini hep şöyle veriyorum. Mesela Titanic sanat filmi midir, gişe filmi midir? Titanic’i nereye koyacağız biz? Gişeyse dünyanın en büyük gişe hasılatlarından birine sahip filmdir. Sanatsa dibine kadar sanattır. Ya da yakın zamanda yine Avatar’ı seyrettik. Avatar gişe filmi mi, sanat filmi mi? O kadar ödül alırken onu nereye koymamız gerek ben bilmiyorum. Bana göre sonuna kadar sanat da gişe de. Aynı zamanda Inarritu’nun Babel filmi mesela. Babel, bence sanatın zirvesinde bir iş. Ama Brad Pitt’i koyuyorsanız gişe için de bağırıyordur o film zaten. Ben buradayım diyordur. O yüzden benim algı dünyamda sanat filmi ve gişe filmi diye bir şey yok. Ben filmi yapıyorum, bunu hem kamuoyu hem de sinema sektöründeki insanlar festivallerde ve vizyonda izleyip değerlendiriyorlar.

Filmin en zor sahneleri kuşkusuz taraftar sahneleri gibi gözüküyor. Binlerce figürasyon bulunuyor. Sizi ne kadar uğraştırdı? Sahnelerde gerçek tribün görüntüleri var mı, yoksa hepsi sıfırdan oluşturulan bir kurgu mu?

Tribün sahneleri teknik olarak en zor sahneler olmasına rağmen, Trabzon taraftar gruplarının çok büyük desteğiyle çekildi. Ben o yüzden Trabzon taraftarlarına ayrıca her platformda teşekkürü bir borç biliyorum. Trabzon’un belli tribün liderleri, grupları bize çok yoğun destek verdiler. Hatta birkaç isim de vermek isterim burada. Jan Mari, Adem Söğüt ve Ahmet Hamzaçebi başta olmak üzere bize çok yoğun destek verdiler ve Trabzonsporlu olan binlerce arkadaşla gönüllü olarak film çekimlerine katkıda bulundular. Onların desteğiyle yapıldı bu sahneler. Üç tane gerçek maça gittik. Gerçek maçlarda oyuncularımızı taraftar gruplarının içerisine yerleştirerek o sahneleri çektik. Onlar da bizi bağırlarına bastılar orada. O yüzden teknik zorluğuna rağmen inanılmaz rahat ve kolay çekimler yaptık.

O maçta atılan goller de birbirine çok benziyor. Bunun için özel olarak çalışıldı sanırım.

Futbol sahnelerini çekerken biz 1996 yılındaki maçta atılan golleri tek tek inceledik. Maçların pozisyonlarına baktık. Neredeyse bire birini çekmeye çalıştık aslında gollerin. Gerçek maçlarda atılan gollerle filmde atılan golleri yan yana koyduğunuzda bire bire yakın bir görüntü olduğunu herkes görecek zaten. O maçlarda nasıl atıldıysa biz sahadaki futbolcuyu oynayan arkadaşlara (onlar da zaten gerçek futbolcuydu) golleri ve pozisyonları seyrettirip aynısını yaptırmaya çalıştık.

Sizce Türk sinemasında en büyük eksiklik nedir?

Çok net söyleyebilirim bunu. Bizde hep Türk sineması neden ileri gitmiyor diye sorulur. Herkes bunu sorar ama kimse ileri gitmesi için bir taş alıp da diğerinin üstüne koymaz. Buna en basit kaçış yoluyla para diyerek işin içinden çıkılır genelde. Mesele sadece para değil. Bence Türk sinemasında olan her birimiz için, yapımcılar, yönetmenler, seyirci, hepimiz için en büyük sorun vizyon sorunu. Ciddi bir vizyon eksikliğimiz var. Bunu yavaş yavaş aştığımızı düşünüyorum. Yani yeni kuşağın vizyonu açık yapımcıları ve yönetmenleriyle bunun aşılmaya başlandığını düşünüyorum ama daha alınacak çok yol var. Geçmişte Türk sinemasının en büyük sorunu paraydı. Ustalarımızın, hocalarımızın en büyük yaşadığı sıkıntı parasaldı. Şu an ise ciddi bir vizyon problemi var. Yani bugün dünyada takdir edilen, o çok büyük sanat eseri dediğimiz filmlerin %90’ını bu ülkede herhangi bir yapımcıya satamazdınız ya da herhangi bir yönetmen çekmezdi. Takdir etmezlerdi.

Bir sonraki projeniz belli mi?

Aklımda birkaç tane fikir var ama henüz ne yapacağıma karar vermedim. Yağmur: Kıyamet Çiçeği yeni vizyona girdi. Aslında onun serüvenini tamamlamasını bekliyorum ki, hangi yoldan ilerleyeceğimi biraz görebileyim diye. Yağmur: Kıyamet Çiçeği vizyondan kalktıktan hemen sonra bir sonraki adımı atacağım.

Benim size sormadığım ya da sizin söylemek istediğiniz bir şey var mı?

Şunu söyleyebilirim. Yağmur: Kıyamet Çiçeği, gerek benim gerekse oyuncuların ortak fikri olarak büyük bir dert anlatma çabasıydı. Yani bu anlamda sonuna kadar iyi niyetle hareket edilmiş bir şey. Toplumsal yaralarımız var. Bu yaralara, bu gerçeklere bir yerinden değinebilirsek ne mutlu diye yola çıktık. Elimizden gelen de her şeyi yaptık. Ama ben Yağmur: Kıyamet Çiçeği’nin mutlaka reaksiyonlarının olacağını biliyordum, çünkü Yağmur bir toplumsal yüzleşme filmi aslında. Yüzleşme filmleri genelde zordur, sıkıntılıdır. Çünkü insanlar yüzleşmek istemezler gerçekleriyle. Her şeyi yapar, ederler ama gerçeği önüne koyduğunda tepki gösterirler. Şu anda sosyal medya üzerinden özellikle bir sürü laf duyuyorum, bir sürü hakaret işitiyorum ama ben bunu hep şey diye görüyorum. Yüzleşmenin mutlaka karşılığı olacaktı, bu da aslında odur. İnsanları gerçekleriyle buluşturduk ama bu asla demek değildir ki, toplum her yönüyle kötü, kirlenmiş, vahim durumda. Hayır. Kanayan yaralarımız var. Yoksa Karadeniz sineması özellikle son dönemde sürekli komedi filmleriyle anılır oldu. Karadeniz’de film çekiyoruz dediğimizde bana hep “Komedi filmi mi çekiyorsunuz” diyorlar. Sanki Karadeniz’de sadece neşeli hayatlar varmış gibi. Oysa Karadeniz’in, Anadolu’nun her toprağının çok ağır dramları trajedileri var. Yokluğun, yoksulluğun bu kadar büyük olduğu bir ülkede her şey bu kadar komik ve eğlenceli olabilir mi? Biz aslında bu filmle başka bir tarafa döndük. Karadeniz’de nasıl dramlar olduğunu anlatmaya çalıştık ve daha anlatılacak ne dramlara ben tanık oldum orada. İnşallah ilerleyen aşamada asıl o taraflara da değineceğimiz projelerde buluşuruz.