24.08.2022
Türkiye Sinemasında Taşra
Tolga DEMİR
Sinemamızda “taşra” algısı hep farklı açılardan bakılan bir yerde oldu. Yıllar boyunca değişen fikirlerle hep başka bir kimliğe büründü. Bu kimlikler çoğunlukla sosyo-kültürel, siyasal, toplumsal açılardan değişiklik gösterdi. Bu olurken hikayeler de değişti ve bu gelgitler sürekli devam etti. Bununla birlikte “taşra” olgusu sinemamızda her zaman çok önemli bir yere sahip oldu. Güz Sancısı, Vurun Kahpeye, Umut, Anayurt Oteli gibi zamanının çok ötesinde çekilen klasiklerin daimi ortak noktası taşraydı.
Taşra derken küçük yerleşimler, küçük ve içiçe yaşayan topluluklar ana konumuzu oluşturuyor. Taşra sineması derken neyi kastettiğimiz, ya da neyi görmek istediğimizi tartışabiliriz. Tabii ki bu beklentinin eğrisi veya doğrusu yok. Söz konusu insan olunca onlarca farklı bakış açısı geliştirilebilir. En başta psikolojik portrelere mi yoksa, taşranın sosyolojik normlarına mı odaklanacağımızı konuşabiliriz mesela. Zamanla değişen alışkanlıklar filmlerin duruşunu da yavaş yavaş değiştirmeye başlıyor. Son olarak Mahmut Fazıl Coşkun’un Yozgat Blues’daki hikayesi buna en güzel örneklerden bir tanesi.
Ama son zamanlarda işlenen taşra olgusu geçmiştekinden pek farklı değil. Bu değişkenlik hala devam ediyor. Yeni dönem sinemamızın en önemli taşra sinemacıları olarak Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Seyfi Teoman ve Reha Erdem’i göstermek, pek de yanlış olmaz herhalde.
Şu an için sinemamızın en başarılı yönetmeni diyebileceğimiz Nuri Bilge Ceylan’ın filmleri genelde taşrada birleşir. Taşralı insanın şehir hayatı, şehrin karmaşası karşısında taşranın sadeliği konularına eğilirken, taşranın sert tabularına da değiniyor. Fakat taşranın yarattığı sıkıntı hep birinci planda oluyor. Uzak ve Bir Zamanlar Anadolu’da‘nın biri şehirde diğeri ise bozkırda geçerken, iki hikaye de üstünde büyük bir sıkıntı taşır. Fakat bu sıkıntılar birbirinin tam zıttıdır. Yusuf’un sıkıntısı şehrin ağırlığı iken, Doktor ise monotonluktan bitkin düşmüştür. Kısacası Nuri Bilge, doğru bir yer ya da kişi aramak yerine gerçekçi bir bakış ortaya koyuyor.
Semih Kaplanoğlu ise çizgisini oldukça özgün çizmeyi başardı. Bunu yaparken de büyük bir boşluğu doldurdu aslında. Taşranın neredeyse hiç gösterilmemiş pastoralliğini ön plana alarak en farklı bakış açısını yarattı belki de. Düşününce çok daha sık olması gereken bu bakış nedense çok az işleniyor. Özellikle Yusuf üçlemesinde konuları teker taker ele alıyor. Yumurta’da sıla hasreti ön plandayken, Süt’te ise kasabasında sıkışmış bir Yusuf vardır. En sonunda ise başrole doğayı alarak baba-oğul ilişkisine odaklanır. Semih Kaplanoğlu kendi çeşitliliğini yaratarak izleyen herkese yepyeni bir farkındalık kazandırdı.
Seyfi Teoman’ın karamsar sineması da biraz taşradan besleniyor gibi. Dolayısıyla bu konuda çok gerçekçi ve sert bir tavır takınıyor. Bunu genellikle siyasi ve toplumsal olarak irdeliyor. Taşranın yarattığı mutsuzluğu muhafazakar toplum ve ataerkil aileye bağlarken, hiç kaçış yolu bırakmıyor. Özellikle filmlerindeki mutsuz insan tablosu bence çok önemli. Bunu bağlayabileceğimiz çok nokta var. Seyfi Teoman bunlar arasından ataerkil aile yapısının yarattığı sonuçları seçmiş. Bunu bir de kapalı bir toplumda anlatarak istediği gibi bütün çıkış olanaklarını ortadan kaldırıyor.
Reha Erdem de Seyfi Teoman’dan pek farklılık göstermiyor. Belli sıkıntılar onun filmlerinde de kendine büyük rol buluyor. Aktardığı hikayeler de atmosferleri gibi basık ve karamsar. Kent teması üstüne üç film yaptıktan sonra taşrayı işlemesi ona bir kıyas ortamı yaratmış. Bu ortamda ölçü olarak da ilk olarak zamanı seçmiş. Taşranın durağanlığı ve monotonluğu üzerine sözlerini söylüyor. Ölçüsünü mekan olarak seçtiğinde ise Kars’ın soğuk ve boş meydanlarını görüyorsunuz. Yaşanan gizli saklı hayatları, duvarlar ardına saklanan sırları ve bu durumun insanlar üstündeki etkilerini göstermek istiyor. Taşra insanının bir şekilde bu sıradanlıkla yaşamayı istediğini ve değişikliğe tahammülün olmadığını anlatıyor.
Bu örneklerden ortak bir sonuca varmak mümkün değil. Sonuca varmak haddime de değil. Ama taşra olgusu, burnumuzun dibinde olmasına rağmen, hâlâ bir gizem, belki de aydınlatılması gereken bir gizem.