24.08.2022

Sınırları Yıkan Aykırı Bir Deha: Gaspar Noé

Halil İbrahim Sağlam

1963’te Buenos Aires’te doğan, on iki yaşında Arjantin’den Fransa’ya göç eden yönetmen Gaspar Noé, günümüzün en aykırı, sansasyonel ve yapıbozumcu yönetmenlerinin başında geliyor. Paris’te aldığı felsefe ve sinema eğitiminin ardından 1985’te Arjantinli yönetmen Fernando Solanas’ın filminde yardımcı yönetmen olarak sinemayla tanışan Noe, kariyerine kısa filmler yöneterek başladı. Fransız Yeni Dalga akımının amacını ve etkisini hissettiren, her seferinde izleyiciye sinemasal “şok”lar yaşatmayı başaran Noé, 1991’de Carne ile başlayan yirmi üç yıllık yönetmenlik kariyeri boyunca, her yıl neredeyse bir film çeken yönetmenlere kıyasla sadece dört filme imza attı. 1991 öncesinde ve sonrasında Tintarella di Luna (1985), Pulpe amere (1987), Sodomites (1998) gibi kısa metrajlar, Animal Collective, Nick Cave and the Bad Seeds ve Placebo gibi gruplara reklam filmleri ya da Destricted (2006), 8 (2007), 7 Days in Havana (2012) gibi antolojik filmlere belirli bölümler çekse de, esasında Carne (1991), Seul Contre Tous (1998), Irreversible (2002) ve Enter the Void’den (2009) oluşan bir filmografiye sahip.

Noe’nin aykırı bir kişiliği olduğunu belli eden fiziksel görünümü, filmlerine de yansımış durumda. Noe’nin filmlerinde şiddet, cinsellik, uyuşturucu, ahlak, pedofili, tecavüz, ensest, adalet, ölüm, reenkarnasyon gibi kavramlar yüksek dozda bulunurken neon ışıklar, halüsinasyonlar, kırmızı tonlar ağırlıklı olmak üzere çeşitli renklerin epilepsi krizini tetikleyecek şekildeki kombinasyonu, devamlı sallanan kameranın mide bulandırıcı ve baş döndürücü etkisi, Thomas Bangalter’in beynin sınırlarını zorlayan elektronik müzikleri, aykırı jenerik tasarımları, film içerisinde “warning” uyarıları, pisliğin, kokuşmuşluğun ve tehlikenin nefret kusan bir yeraltı edebiyatı misali karşımıza çıkışı, onun sinemasının vazgeçilmez tercihlerindendir.

“Anneni sadece seni emzirdiğinde seversin. Babanı da sadece sana para verdiğinde. Bir kez annenin göğüsleri kurudu mu, veya babanın cepleri boşaldı mı, onları kendinden uzaklaştırıp ölmelerini beklersin. Hızlı ve ucuz yoldan bir ölüm olmasını umarsın.” (Seul Contre Tous)

Kendi filmleri arasında bağlantı kurmayı seven bir yönetmendir Noe. 1991 yılındaki kimilerine göre kısa film, kimilerine göre orta metraj olarak nitelendirilen kırk dakikalık filmi Carne’nin ana karakteri olan “Kasap””ın hikayesi, 1998’de Seul Contre Tous ile uzun metraja yayılır. Carne ve Seul Contre Tous’ta Noé’nin kamera kullanımı genelde sabit plan-sekanslardan oluşurken, rahatsız ediciliği durağan kareler, ses efektleri ve şiddet içeren görüntüler sağlar. İki filmde de boğaz kesme, anne karnını yumruklayarak cenin öldürme gibi seyri zor sahneler, adalet ve insanlık hakkında nefret kusan diyaloglar cirit atarken, birden “Ti amo” müziğiyle hafifletici, dingin bir sahne şokuyla karşılaşabilirsiniz. “Kasap” karakteri ilk bakışta çoğu kişinin fark etmediği biçimde Irreversible’ın açılış sahnesinde de yer alır. Seul Contre Tous’ta kendisi “ibne” dedi diye sinirlenip, karısını dövüp karnındaki çocuğunu öldüren “Kasap”ı burada yıllar sonra köhne bir binanın içerisinde yarı çıplak şekilde bir adamla sigara içerken görürüz. “Zaman her şeyi yok eder!” der ve başlar konuşmaya Kasap. Ya da Enter the Void’de Oscar, kız kardeşi Linda’nın beraber olduğu erkek arkadaşından nefret eder ve “Ondan hamile kalırsa çocuğunu öldürürüm.” der. Noé’nin sineması içerisinde bu tarz hamleler sinefiller için hep bir şok etkisi yaratır.

“Geriye dönüş yoktur. Çünkü zaman her şeyi mahveder. Bazı şeyler onarılamaz. İnsan bir hayvandır ve intikam isteği doğal bir güdüdür. Çoğu suç cezalandırılmaz. Sevilen birini kaybetmek, insanı yıldırım çarpmış gibi sarsar. Çünkü aşk yaşamın pınarıdır.” (Irreversible)

Dünyanın en rahatsız edici filmlerinden biri olan Irreversible, çoğu kişinin bildiği üzere Cannes Film Festivali gösteriminde salonun yarısından fazlasının terk ettiği, kustuğu, dayanamadığı, protesto Gaspar Noé’yi bir “sapık” olarak itham ettiği, protestolara maruz kalan bir filmdir. Filmdeki yangın söndürücüyle kesintisiz bir planda bir insanın suratının adım adım dağılışını izlediğimiz (söylentilere göre Noe burada kadavra kullanmıştır), ve Monica Bellucci’nin artık herkes tarafından bilinen on beş dakikaya yakın, tek planda, dayanılmaz bir şiddet içerisinde tecavüze uğradığı sahne Noe sinemasının aşırılıkları içerisinde bir zirvedir. Carne ve Seul Contre Tous’taki sabit kamera kullanımı, Irreversible’da kendini bitmek bilmeyen bir kamera döngüsüne bırakırken Noe yine aykırılığını konuşturur ve çoğu kişinin kamera kullanımı ve karanlıktan fark etmeyeceği üzere filmde gay barda bir tuvalette mastürbasyon yapan bir adam olarak kısa süreliğine kendini oynatır. Irreversible’ın her açıdan cehennemi andıran, çıkmaz odaklı kirli yapısı, sondan başa ilerleyen hikaye kurgusuyla kendini daha hafif, dingin, tuhaf bir mutluluğa bırakır. Carne’de “Ti Amo” müziğinin çaldığı mutfak silme sahnesinin film içindeki sıra dışılığı, Irreversible’da yerini filmin sonunda yer alan (aslında ilk sahnesi olan), Bellucci’nin çimenler, çocuklar, çiçekler içerisinde hamile bir şekilde mutlu mesut uzandığı sahnede gizlidir.

“Temel olarak öldüğünde, ruhun bedenini terk ediyor. Başlangıçta tüm hayatın gözünün önünden geçiyor. Hayatının sihirli bir aynada yansıması gibi düşün. Ardından bir hayalet gibi devam ediyorsun. Çevrende olup biten her şeyi görüyorsun. Her şeyi duyuyorsun. Ancak yaşayanlarla iletişim kuramıyorsun. Daha sonra ışıkları görüyorsun. Farklı farklı renkte ışıklar. Bu ışıklar seni varoluşun diğer mertebelerine çıkaracak olan kapılar oluyor. Ancak çoğu insan, aslına bakarsan, bu dünyayı çok sevdiklerinden başka bir yere gitmek istemiyorlar. Bu durumda yolcuğun berbat yolculuğa dönüşüyor. Bu durumdan tek kurtulma yolu da reenkarne olmak” (Enter the Void) 

Noé, son filmi Enter the Void’te ise avan-garde sinemasında devrimci bir noktaya ulaşır. İlk üç filmindeki cinsellik, şiddet, ölüm, ensest temaları devam etmekle beraber burada fiziksel şiddet olgusu daha azdır. Noe, burada özellikle ilk kırk dakika boyunca birinci şahıs gözünden öznel anlatım sunan bir kamera tekniği kullanır. Öyle ki, ana karakterin yüzünü anca aynaya baktığında yansımasından ve öldüğü zaman onun ruhu yerine geçerek kuşbakışından görürüz. Halüsinasyonlar, parlak ve soluk renkler, gözümüzü alan ışıklar, detaylı sanat yönetimi, özenli sinematografi, hepsi adeta bir uyuşturucu etkisi yaratıp izleyiciyi transa sokarken, Tokyo sokaklarını kuşbaşı çekimler eşliğinde gezen, arada kalmış bir ruhun peşine takılır gideriz biz de.

Noé’nin “psikedelik bir melodram” olarak adlandırdığı Enter the Void, şiddet olgusunu yüksek dozajda kullanmaz fakat vajinan içerisine gizlenen bir kameradan penisin üzerimize gelişi ve kameraya doğru boşalması gibi “hardcore” durumlarla sinemasal şiddetin ve şokun doruğuna ulaşırız. Finale doğru zirve yapan grup seks sahneleri ve sürekli dönen kameranın filmin “Boşluk” adına uygun olarak bulduğu her boşluğa girerek izleyicinin zihninde kısa süreli bir “kara delik” hissiyatı oluşturması da bunlara dahil. Tüm bunlara rağmen kısa flashback sahnelerinde ailenin piknik yaptığı ve her zamanki gibi “kırmızı”nın, bir elmanın obje olarak hafızamızda yer etiği bir melodram duygusu belirir. Kaza sahnesiyle irkiliriz, darbe yeriz adeta. Melodramatik etki ve mutlu anlar kısa kısa hayatımızın bir köşesinde “anı” hallerinde saklıdır, Noé bunu belirli “an”larda açığa çıkarır fakat şiddetin, cinselliğin, uyuşturucunun, intikam duygusunun geri dönülmez boyutlarını suratımıza her seferinde tokat gibi çarpar. 

Noé, Enter the Void’den bu yana yine altı sene gibi uzun bir süredir film çekmeye ara vermişken 2015’te yeni projesi “Love” ile sinemaya geri dönüyor. Filmin sansasyonel afişlerinin şimdiden ortalığı salladığı ve Lars von Trier’in “Nymphomaniac”ından daha çok yankı uyandıracağı bir gerçek. Bize de Noé’nin yeni filmini merakla beklemek ve uzun yıllar beklemeden daha çok film çekmesini dilemek kalıyor.