05.06.2017

Spotlight: Tanrı Bizi Kiliseden Korusun

Spotlight

Hollywood denilince akla ilk gelen şeylerden biri nedir? Kuşkusuz bağımsız filmler hariç neredeyse hepsinde kilise, haç sembolü, İsa figürü, peder ya da rahip vardır. Aile kurmak, çocuk yapmak, Hristiyanlık’ı sıkı sıkıya benimsemek, vatansever olmak… Bunlar bir Hollywood filminin seyircisine dikte ettirdikleridir. Bunları dikte ettirmek için her filminde seyirci olarak gitmemiz gereken bir kilise, dinlememiz gereken kusursuz derecede iyi bir din adamı muhakkak olur. Eğer ki biraz dikkatli bir seyirciyseniz yine mi demekten başka yapacak bir şeyiniz yoktur. Seyirciyi bu kavram, mekân ve kişilerle o kadar hipnotize ederler ki aslında filmleriyle bir nevi misyonerliğe devam ederler. Peki, bugüne kadar bağımsız filmler hariç hiçbir Hollywood filminde silah olarak kullanılan Hristiyanlığın, silahın hedefi haline geldiğini gördük mü? Sanırım bu sorunun yanıtı, koca bir hayırdı, ta ki Spotlight filmine kadar.

Spotlight, Boston’da yaşanmış gerçek bir olaydan yola çıkılarak çekilen kurmaca bir film. Boston’daki sübyancı papaz John Geoghan hakkındaki bir haberden yola çıkan The Boston Globe gazetesi bünyesinde çalışan Spotlight adlı ekibin tüm Amerika’yı –hatta tüm dünyayı- kapsayan bir olayla karşı karşıya kalmalarını anlatıyor film. Çok daha öncesinde duyulan papaz John Geoghan haberi gazetenin başına Yahudi bir editörün gelmesiyle ancak araştırılma konusu olur. Küçük bir taciz olayından yola çıkan ekip sonunda kendilerinin bile tahmin edemeyeceği derecede korkunç çaplı bir taciz vakası ile karşılaşırlar. Pis menfaat ilişkileri, çıkarcı durumlar, adi anlaşmalar araştırma yapıldıkça gün yüzüne çıkar. Film ilerledikçe açığa çıkan gerçekler Spotlight ekibindekileri ve dolaylı olarak biz seyircilerin midesini bulandırır. Her şey ekibin pisliği tamamıyla açığa çıkarmasına, suçluların cezalandırılmasına odaklanır.

Spotlight zaten ele aldığı konu ile o kadar çarpıcı o kadar gerçektir ki… Bu yönüyle bile izleyiciyi bir şoka uğratır. İlerleyen dakikalarda Hristiyanlık ve onun konumlanışı ile ilgili yaptığı tespitler çok yerindedir. Filmin kendini konumlandırdığı yer çok samimidir. Asla tüm film süresince oynaklık yapmaz, sağ gösterip sol vurmaya çalışmaz. Hiçbir şekilde kimseyi kırmayayım kaygısı, korkusu taşımaz. Her yaşanılan gerçeği olduğu gibi tutarlı bir dille ortaya döker. Spotlight ayaklarını yere sağlam basan bir metne sahiptir. Gerçekte olan biten ne ise onu tüm açık yüreklilikle perdeye taşır. Ne var ki filmin tek ve en büyük artısı budur.

Tom McCarthy gibi birkaç kalburüstü filmin yönetmenliğini yapmış, henüz çok büyük lafların altından kalkamayacak bir yönetmenin eline bırakılmasıyla en büyük hatayı yapmış sanırım film. Çünkü film tıpkı ebeveynsiz kalmış bir çocuğun hayata tutunması gibi yönetim konusunda çaresiz ve başıboş. Hatta öyle ki sevilen, başarılı olduğuna tüm kalbimiz ile inandığımız birçoğumuzun vazgeçilmezi oyuncular bile yönetim boşluğunda savrulmaktalar. Geçen yıl Foxcatcher’da izlediğimiz Mark Ruffalo’nun o mükemmel oyunculuğu bile sekteye uğruyor. Yine de hakkını yemeyelim; Ruffalo da McAdams da ellerinden geleni yapmaya çalışıyorlar.

Spotlight kusursuz bir dille kaleme alınmış, okuması da dinlemesi de insanı tatmin eden bir makale gibi. Söylenenler çok güzel ama film olarak izleyince bize ne kadarı ulaşıyor? Emin olun belki makale olarak okunsa çoğu yerde daha çok heyecan yaratabilirdi. Sinemaseverlere şu soru hep sorulur: ‘’Bir filmde teknik mi yoksa senaryo mu daha önemlidir?’’ Yanıt sanırım çoğumuz tarafından da ikisi birbirinden ayrılmaz bir bütündür olur değil mi? İşte Spotlight maalesef bunu başaramıyor. Çok önemli bir konuyu filme aktarırken sanki alelade bir şey anlatıyormuş gibi davranıyor. Büyük olmayıp öyle davranan değil büyük olan ama öyle davranamayan bir film Spotlight. Belgesel mi kurmaca mı olduğuna tam olarak karar verememiş olması da tüm bu olumsuz haline katkı sağlıyor kuşkusuz.

Oscar’a birçok dalda Spotlight’ın aday olması şaşırtıcı bir durum oldu elbette. Ki bu yıl çekilen ama Akademi tarafından görülmeyen ya da sadece sus payı olarak tek adaylık verilen çok daha iyi filmlere de haksızlık yapılmış oldu. İşin tek sevindirici yanı, bugüne kadar Hristiyanlık kurumunu yücelten filmlerden sonra tam tersi durumdaki bir filmin Oscar’da olması. Ha, bir de Spotlight’ı izlerken bu hikâye bizim ülkemizde yaşanabilir miydi diye sormadan edemiyor insan. Sizce bu hikâye bizim ülkemizde yaşansaydı sonu ne olurdu?