30.05.2017

The Little Chaos: Kate Winslet’in Su ile İmtihanı

Aktörlük deneyimi kadar yönetmenlik deneyimi olmayan bir yönetmen Alan Rickman. Bir başka deyişle oyunculuk dosyasına koyduğu sayıca üstün filmografiyi ucundan kıyısından yakalayamayacak kadar yönetmenlik koltuğunda çok az “kayıt” diyenlerden. Yönetmen statüsünde sadece iki filme imza atan Britanyalı bu deneyimli aktörün zamanında Altın Ayı’ya aday olan ilk filmi “The Winter Guest (Bir Kış Masalı)”ten tam on sekiz sene sonra bir filme imza atması az evvel bahsi geçen deneyim noktasında tedirgin eden noktalardan.

Geçmişe ve geçmişe ait olanla anıların hissiyatına kendini iyiden iyiye kaptırdığını düşündüğümüz Rickman’ın on sekiz yıl sonraki filmi tıpkı geçmişte hikâyesine konu olan geçmişin bıraktıklarına bu kez yeniçağın 1600’lü yıllarında Versay Sarayı’nda devam ediyor. Saraya bugünkü halini veren XIV Louis (Alan Rickman)’ide içine alan hikâyede tarihi didaktizmden beklentisi olanların bu beklentiyi bir köşeye koymaları gerekiyor. Zira “The Little Chaos (Küçük Karmaşa)” her ne kadar Versay Sarayı ve müdavimleri etrafında hikâyesini geliştiriyor gibi görünse de pek tabi sadece bu müdavimler ve onların dramatize edilmiş özel hayatları etrafında şekilleniyor.

Dönemin saygı duyulan işlerinden biri olarak kabul gören peyzaj mimarlarının bu kez amacı elemeleri geçerek Versay Sarayı’nın arka bahçelerinden birine açık hava balo salonu düzenlemek. Pek çok peyzaj mimarının arasında bize gösterilen tek kadın olarak Sabine de Bara (Kate Winslet) adındaki peyzaj mimarı, dönem mimarları arasındaki ayrıksı tutumu ile hikâyedeki ilk kırılmayı verir. Bu kırılmanın aynı zamanda genel hatlarını verdiği anlatıda Sabine, varolan genel mimarlık anlayıştan farklı bir tutum sergileyerek karmaşanın yarattığı uyum üzerine bir mimarlık motifi çizer. Bu eklektik yapının bir araya getirdiği kaotik yerleşimle çalışmasını şekillendiren ve orta yaşın var olan bütün ağırlığını ve çöküşünü iliklerinde hisseden bu kadın ile pek tabi işlerini sunduğu usta konumdaki André Le Notre (Matthias Schoenaerts) arasındaki yakınlaşmayla film ikinci kırılmasını, başka bir deyişle çengel kısmını sunar izleyiciye.

_D3S5979.NEF

Sabine de Bara’ya aksiliklere rağmen devamlı ayakta durmaya çalışan “azimli” kadın etiketini yapıştırsak fena olmaz. Karakteri hikâye boyunca kabul etmeyen yan karakterler, bu azimli karakteri yıkma eylemini onun amaç edindiklerini yıkmakta görür. Ancak bu kadın karakter izleyiciyi bile bir zaman sonra sıkan bu vur-kaçlardan kaçmaz ve aksine her defasında gaye edindiği metalarını yeniden yapılandırarak yoluna devam eder. Bu yapılandırma esnasında filmin dinamiklerinde şüphesiz en kayda değer noktaysa Kate Winslet’i yıllar sonra gördüğümüz ve kurtulamadığı su ile olan savaşı. Yönetmen Rickman’ın atıfta bulunduğuna inandığımız bu sahne tıpkı Titanic’in genç Rose’unun uzamı sonsuz olan okyanusun soğuk dalgalarında direnmesinin yeniden tasviri gibidir. Bu defa en az o dalgalar kadar hırçın olan suların arasında direnmek zorunda kalır Winslet. Ancak bu direnme ve “her şeye ve herkese rağmen ayakta duran kadın” modeli ne yalan söyleyelim hikâyeyi kurtarmaz. Yönetmenin neyi ya da kimi anlatacağına bir türlü karar veremeyen karışık kafası filmin her satırında göze çarpar nitelikte. Film sadece bir karakter ve çevresindeki yan karakterlere odaklanmak yerine ana karakterin geçtiği her kapıda, yeni ve hiçte yüzeysel olmayan başka bir hikâyeye adım atıyor. Öyle ki bu hikâyeleri ayrı ayrı bir kenara toplayacak olsak ana akım sinema için sayısız yeni senaryo, listelerdeki yerini alır. Ve son olarak çok fazla rahatsız etmemekle birlikte keşke dönemin ruhunu her haliyle yaşatmaya ve yansıtmaya çalışan bu film, karakterlerinde bunu yaşatmaya çalıştığı dil konusunda da aynı nezaketi gösterebilseydi.