04.08.2016
The Neon Demon: Bir Pumanın Kurtlarla Dansı
1996 yılında yönetmenlik, senaristlik hatta oyunculuk yaptığı Pusher filmiyle sinema dünyasına başarılıyla giriş yapan bir isim Nicolas Winding Refn. Bu oldukça ilgi uyandıran filmin ardından, Pusher’in ikisi ve üçü dâhil olmak üzere birçok filme imza atan, Danimarkalı yönetmen, asıl çıkışını ise daha çok 2011 yapımı Driver ile yaptı. Ülkemizde vizyon şansı bulan bu film, Winding Refn’in 64. Cannes Film Festivali’nde En İyi Yönetmen Ödülü’nü kucaklamasını sağladı. Ne yazık ki çoğu yönetmenin düştüğü tuzağa düşerek, Drive’dan sonra belki de aceleci davranarak oldukça vasat bir film olan Only God Forgives’a imza atarak hayranlarını hayal kırıklığına uğratmıştı. Neyse ki filmografisinde yaptığı bu affedilebilir hatayı son filmi The Neon Demon ile fazlasıyla telafi etmişe benziyor.
Prömiyerini Cannes Film Festivali’nde yapan ve çoğu filmin yaşadığı kaderi paylaşarak yuhalanan The Neon Demon, yönetmenin iyi bildiği sularda yüzen bir film. Zira yönetmenin Pusher serisinde, kendisini ispatladığı gerilim türünde olan film, elbette Pusher’den çok daha fazlasını yapıyor. Senaryosuna da kendisinin imza attığı The Neon Demon, konu olarak aslında tabiri caizse tam bir Yeşilçam klasiği. Taşrasından kalkıp da genç yaşta güzelliğine güvenerek şöhret basamaklarını tırmanmak isteyen Jesse’nin (Elle Fannig) ve ona bağlı olarak o dünyanın içerisindeki diğerlerinin hikâyesi, çok da ilgi çekici değil. Lakin bu oldukça sıradan ve klişe mevzu, usta bir kalemle işlenerek bambaşka bir düzeye ulaşmayı başarıyor. Senaryo konusunda tek eleştirilecek şey, yan karakterlerin hikâyesine fazla girilmesi olsa gerek. Zira tek başına bir filme konu olacak hayatları, derinliğe girmeden üstün körü ana hikâyeye bağlamak biraz talihsiz bir tercih.
Los Angeles’a adım atar atmaz, genç ve masum güzelliğinin de sayesinde şöhret basamaklarını hızlıca tırmanan Jesse, hedeflerine ulaştıkça kendi etrafına ördüğü kozayı yırtarak bir nevi evrim geçirir. Tabii bu evrim Jesse’nin duygu dünyasında gerçekleşir. Kendisi de dâhil, nasıl olduğunu anlamadan zirveye yerleşen melek gibi bir kız olan Jesse, hayalini çok çabuk gerçekleştirmiştir. Yıllarca dirsek çürütmüş modellerle aynı podyumda mankenlik yapması her şeyin tepetaklak olmasının fitilini ateşler.
Filmde etkin olan dört kadın olsa da bunlardan Ruby (Jena Malone) daha çok cinselliği simgeleyen pentagram üçgenini tamamlayacak olan Jesse, Gigi (Bella Heathcote) ve Sarah’ı (Abbey Lee) buluşturma görevini üstlenmektedir. Gigi ve Sarah, Jesse’nin bir nevi içinde saklanmış olan kötülüğün temsili durumundalar. Jesse onlarla tanışınca kendi içindeki şeytani yönü keşfeder. İşte tam da bu yönünden dolayı, balerin olan Nina’nın başarıyı yakalamak adına yaşadığı kişilik bölünmesi ve akabinde gelişen olaylara odaklanan Darren Aronofsky’nin unutulmazlarından Black Swan ile The Neon Demon’un benzerliğinin dikkatlerden kaçması mümkün değil. Zirveye tırmanmak adına Nina’nın ve Jesse’nin yaşadıkları bana kalırsa çok benzer durumlar.
The Neon Demon’u sadece bir korku- gerilim filmi olarak tarif etmek büyük haksızlık olur. Öncelikle söylemek gerek ki film, kadınların dünyasında geçen –erkek karakterler az sayıda ve filmin anlattığı meselenin gidişatına direk etki etmemekteler- slasher, yamyam ve vampir filmleri gibi korku türünün sonuna kadar ekmeğini yemeği de bilen, tıpkı Lars Von Trier, Stanley Kubrick, David Lynch gibi yönetmenlerin filmlerinden aşina olduğumuz sembolizmi de oldukça başarılıyla kotaran bir yapım. Yine rüya ile gerçek arasındaki ince çizgiyi muğlâklaştırmasıyla da Lynch’den izler taşıyan filmin, kendine has olan en ayırt edici yanı ise neon renklerin ve tekno müziğin filme mükemmel bir şekilde sirayet etmesi olmalı. Zira filmi izlerken birbirinden çarpıcı renklerin içerisinde, kalbinizi yerinden sökercesine, damarlarınızdaki kanın her bir zerresine hissedercesine tekno müzikle dans ediyorsunuz adeta. Son olarak ise sahne ışıkları ile deklanşör seslerinin ürkütücü bir efekt yarattığını da söylemek gerek.
Refn, film henüz kırılma noktasına gelmemişken Jesse’nin odasına giren bir puma ile öncül bir gerilim yaratıyor. Daha sonra da göreceğimiz bu puma muhtemelen Jesse’yi simgeliyor. Ne var ki kedigiller içerisinde kısmen daha az vahşi olan puma yani Jesse, kurtlar sofrasında tehlikededir. Her an kurtların bir araya gelmesiyle avlanabilir. Tabii Jesse’nin kurtlar sofrasında nelerle karşılaşacağı, nelerin yaşanacağına filmi izleyerek şahit olacaksınız.
Henüz iki yaşındayken sinema dünyasına adım atan, on sekiz yaşındaki Elle Fanning dudak uçuklatacak bir performans sergileyerek, hayat verdiği karakteri fazlasıyla etkileyici kılıyor. Filme varlığıyla bile renk katan Keanu Reeves ve filmin tüm kadrosu son derece başaralı.
Her insanın içinde var olan şeytana dikkat çeken The Neon Demon, müziklerinden sinematografisine, senaryosundan yönetmenliğine tam anlamıyla kusursuz denilebilecek bir film. Seyircilerin sınırlarını fazlasıyla zorlayan bu sürrealist film, uzun süresine rağmen asla sıkılmayacağınız, nefes almakta zorlanacağınızı hissedeceğiniz bir seyir zevki tatmak isteyenler için biçilmiş kaftan.