04.11.2018

Tilda Swinton Hakkında Konuşmalıyız

We Need To Talk About Kevin‘in anlattıkları

Tilda Swinton sinema dünyasında adeta başka bir dünyadan gelme bir kadın gibi duruyor. Bu onu dışlayıcı bir niteleme değil benim nazarımda. Bilakis “sinema kadınları”nı düşündüğümde Swinton’ın yeri epey sağlam ve mutlaka anılması gereken oyunculardan biri o. Yeni yaşını kutladığı şu günlerde onun en iyi performanslarından biri olduğuna inandığım Eva kompozisyonunu bir kez daha anmak istedim. İşte Eva ve onun kırmızı dünyasında şekil bulan We Need To Talk About Kevin‘in anlattıkları:

Anneliğin kadınlara iki türlü yansıması var: Biri içgüdüsel bir özellik olarak kadın doğasının bir parçası olması, ikincisi de toplumsal bir mekanizma olarak kadına dayatılması. Birinciyle ilgili kadınların derdi içsel bir yolculuk ve kendini tanımlama süreciyken ikinciyle baş etmek daha zorlu bir süreci çağrıştırıyor. İşte We Need To Talk About Kevin (Kevin Hakkında Konuşmalıyız), hem birincil hem de ikincil dertleriyle bir kadının kendi dünyasından taşan ve çevresindekileri de etkileyen bir hale dönüşen “annelik” dürtüsü ve sorumluluğunu perdeye taşıyor.

Film, belki de insanı “ne ilgisi var” diye düşündürecek bir etkinlikle açılıyor. İspanya’nın o ünlü domates festivalinde her yeri kırmızıya boyanmış, domatesle sıvanmış vücutlar adeta bir kutsama töreniymişçesine odağa yerleşen Eva’nın (Tilda Swinton) yarı çıplak vücudunu havaya kaldırarak kadın bedenini kutsuyorlar. Akabinde ileri gidiş ve geri dönüşlerle çerçeveye yansıyan Eva’nın halleri o kırmızının çağrıştırdığı içgüdüsel şehvet ve vahşetin çağrışımını yaptırıyor seyirciye. Film boyunca kırmızıyla bezenen insan – mekan – eşya, Eva’nın bugünkü halinin hem nedeni hem de sonucu oluyor.

Sorumluluk ve birey olmak

Filmin hikâyesi farklı zaman dilimlerini bir araya getirerek biraz kafa karıştırsa da dakikalar ilerledikçe farklı zamanları birbirinden ayırmamız kolaylaşıyor ve her zaman diliminin birbirini tamamlayıcı öğeleri bir araya geldikçe bulmacanın parçaları da yerine oturuyor. Film ilerledikçe bir seyahat yazarı olduğunu öğrendiğimiz Eva, biraz da plansız programsız bir şekilde hamile kalınca çocuğu doğurmaktan yana yaptığı seçim, tüm hayatını değiştirmekle yüz yüze bırakıyor kendisini.

İlk önce kısıtlanıyor. Bu kısıtlanma bedensel bir kısıtlanma (hamilelik) olarak başlıyor ve doğumla birlikte artık iki kişi olmanın verdiği bir kısıtlamaya dönüşüyor. (Burada Eva’nın evlenmesi ve kocasıyla yarattığı iki kişilik dünyadan bahsetmiyorum çünkü evlense de Eva yine birey halini koruyor ama doğumla birlikte “sorumluluk” mefhumunun tam kısıtlayıcılık haliyle karşı karşıya kalıyor) İşte bu noktadan sonra fazla hissedemediği annelik içgüdüsü çocuğun büyüme evreleriyle de sosyal bir sorumluluğa dönüşünce Eva’nın bariz mutsuzluğu başlıyor.

Kurulamayan iletişim

Bebeklikten itibaren oğluyla kuramadığı iletişim, hayatını bir azaba dönüştürüyor. Aslında yine de çaba göstermesi ama sonunda hep yenilmesi hem kendinin hem de oğlunun sonunu hazırlar nitelikte. Üstüne üstlük filmi düz bir mantıkla izlediğimizde karşımızda duran çocuk figürü hiç de öyle sevilecek, şefkat gösterilecek bir cinsten değil. Kevin daha bebeklikten itibaren annesine dünyayı dar eden bir çocuk haline dönüşüyor. Tabiî burada film boyunca geçmişi ve günümüzü Eva’nın gözüyle gördüğümüzü ve anlamlandırdığımızı altını çizerek belirtelim. Çünkü bu durum gerçekliği bulandırıyor. Kevin’ı ayrı bir birey olarak tanıma imkanını bulamıyoruz. Onu hep annesinin hatırladığı şekliyle tanımlayabiliyoruz. Bu da haliyle gerçeklik çizgisini bulanık hale getiriyor. Üstelik yer yer Kevin’la Eva’nın görünümünün birleşmesi o çizginin bulanıklığını işaret ediyor. Kevin / Eva’nın karakter özelliklerinin nerede başlayıp bittiği sorusunu da akla getiriyor bu belirsizlik.

Perdenin gerisinden bakan imgenin geriye çekilmeden Kevin mı Eva mı olduğunu anlayamıyoruz. Yere eğilen Eva’nın kalkarken Kevin’a dönüşmesi veya yüzünü suya batıran Eva’nın sudan uzaklaşırken Kevin olması (ya da tam tersi, filmde birkaç kez tekrarlanan sekans) filmin açılışından itibaren vurgulanan o mel’un son’un kimin suçu olduğu konusunda bulanık bir zihinle baş başa bırakıyor seyirciyi. Görünürdeki suçlu belliyken o suçu hazırlayan zemin filmde sorgulanmasa da Eva’nın zihninde hep sorgulanıyor. Seyirci olarak biz de Eva’nın gözünden o “kırmızı” dünyaya bakarken algımızla oynanıyor. Bir annenin yetersizliğiyle bir canavar mı yarattığı yoksa çocuğun zaten doğuştan bir canavar mı olduğu sorusunun cevabını ne Eva verebiliyor ne de seyirci. Üstüne üstlük yine altını çizerek belirtmeliyim ki hep Eva’nın gözünden geçmişe ve bugüne bakmak “anı”ların varlığı – yokluğu hakkında bile düşündürebilir bizi. (Örneğin, meğer her şey bir yanılsamadan ibaretmiş, sadece netice gerçekmiş gibi bir bulanıklığa da sürükleyebiliriz bu yazıyla okuyucu – izleyiciyi)

Her rolüyle benim için tartışmasız en iyi kadın oyunculardan biri olan Tilda Swinton’a ilgiyi seyirci olarak esirgemeyin. Onun en özel rollerinden biri olan Eva’yla da başlayabilirsiniz Swinton yolculuğuna.