01.02.2023

Ümit Ünal: “Sinemanın Yönetmen Sanatı Olduğuna İnanıyorum”

Röportaj: Gürkan ŞEN

Ümit Ünal / Fotoğraf: Muhsin Akgün

Pera Sohbet: Ümit Ünal

“Sinemanın yönetmen sanatı olduğuna inanıyorum”

Her zaman kenarda kalan, haksızlığa uğrayan, azınlıkta olan insanların hikâyelerini anlatmayı seven usta senarist, auteur yönetmen Ümit Ünal ile sinema serüvenini, kadın öykülerini ve dijital platformları konuştuk.

Kenarda kalanların öyküsünü anlatan, türler arasında gezinmeyi seven yönetmen, senarist, yazar ve çizer Ümit Ünal… Ünal’ın sinema hayatına atıldığı Teyzem senaryosu, Milliyet Gazetesi Senaryo Yarışması’nda birincilik ödülü kazandıktan sonra Müjde Ar’ın destekleriyle ve Halit Refiğ yönetmenliğinde filme çekildi. İlk filmi 9’u 2002’de çekene kadar sektöre birçok senaryo yazan Ünal, şimdiye kadar dokuz uzun metrajlı film yönetti. Filmlerinde ana karakterlerin çoğu kadın olan auteur yönetmen bunu, “çünkü tüm dünyada, en çok haksızlığa uğrayan onlar” diyerek açıklıyor. Ancak “kadın filmlerinin unutulmaz yönetmeni” olarak anılmak yerine, toplumsal cinsiyet kalıplarının dışında düşünmek istiyor. Aşk, Büyü vs. filmini dijital platformda gösteren Ünal, dijital platformlara olumsuz bakmıyor ancak platformlarda bazı haksızlıkların olduğunu da dile getiriyor.

İlk olarak sinema serüveninizle başlayalım. Senaryosunu yazdığınız ilk film 1986 yapımlı Teyzem filmi fakat yönetmenliğini yaptığınız ilk film 2002 yapımlı 9 filmi. Sinema serüveniniz nasıl başladı, senaryodan yönetmenliğe geçiş süreciniz nasıl gelişti?

İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sinema-TV bölümünde okudum. 1985 yazında mezun oldum. Okul sırasında gerçek hayattan esinlenen Teyzem senaryomu yazmıştım. İstanbul’a geldiğimde Atıf Yılmaz’ın yönetmen yardımcısı Leyla Özalp ile tanıştım ve onun sayesinde Atıf Yılmaz’ın ekibinde yer aldım. O sırada Adı Vasfiye filminin hazırlıkları vardı, orada 4. asistan oldum. Urla civarında yapılan çekimler sırasında Müjde Ar’la tanışma ve ona Teyzem’i okutma şansım oldu. Müjde Ar senaryoyu çok beğenip desteklediği için film hayata geçebildi ve 86 yazında Halit Refiğ yönetmenliğinde çekildi. Sonraki yıllarda peş peşe farklı yönetmenler için senaryolar yazdım. Aklımda okul bittiğinden beri hep yönetmenlik vardı ama Yeşilçam o sırada genç insanlara daha kapalı bir endüstriydi, uzun bir usta-çırak ilişkisinden geçmeden yönetmen olmak zordu. 90’ların başında da büyük bir kriz oldu ve film üretimi bir süre için durdu. Ben de hayatımı kazanmak için reklam dünyasına geçmek zorunda kaldım. Başka yönetmenler için son bir iki senaryo yazma serüveni hayal kırıklığı ile bitince kendi filmimi çekene kadar kimseye senaryo yazmamaya karar verdim. Uzun süre ajanslarda reklam yazarlığı ve yaratıcı yönetmenlik yaptım. 1996’da kendi yazdığım reklamlardan bazılarını çekmeye başladım, bunlar başarılı olunca sadece yönetmenlik yaparak yaşamanın yolu açıldı. 2001’de, reklamda edindiğim teknik tecrübelerin ışığında ilk uzun metrajım 9’u çektim.

Sinemanızda, özellikle de bazı filmlerinizde tek ve kapalı mekân tercihinde bulunduğunuzu görüyoruz. Neden tek ve kapalı mekân tercihinde bulunuyorsunuz, bu mekânlarda kurguladığınız filmlerde ilgiyi ve gerilimi nasıl canlı tutuyorsunuz?

Tek mekân tercihi öncelikle bütçe kısıtlarından kaynaklanıyor. Bugüne kadar Anlat İstanbul, Gölgesizler ve Ses dışında tüm filmlerimi olağanüstü küçük bütçelerle ya da “bütçesiz” yaptım. 9’la başlayan tek mekân macerasının temel sebebi, filmin daha tasarım aşamasında giderleri kısabilmekti. Sinemada mekân arttıkça çekim günü de artıyor. Bu da bütçe demek. Ülkemizde “normal” bütçeli bir film, diyelim 5-6 haftada çekiliyorsa bir tek mekân filmini 15 günde çekebilme şansınız var. Ama bunun için elbette çok sağlam bir metin ve tek mekâna uygun bir film tasarımı gerekiyor. Herhangi bir hikâyeyi alıp tek mekâna sığdırmak için zorlamaya imkân yok. Tek mekâna göre düşünmek, her şeyi ona göre tasarlamak zorundasınız. Seyircinin ilgisini ayakta tutabilmek için de hikâyenin iç gerilimini, dramatik çatışmayı çok sağlam kurmak zorundasınız. Eğer hikâyenin çatışması doğru değilse, iç gerilimi yoksa yüzeysel bir gerilim yaratmak için kamerayı oradan oraya koşturmanız, müziği bağırtmanız yetmez. Ama doğru kurulmuş bir dramatik yapı varsa bir masa başında oturan iki kişinin konuşmasını bile ilgiyle izler seyirci. Hitchcock’un ünlü örneği: “Bir masa başında iki kişiyi 5 dakika konuştursam seyirci çok sıkılır. Ama eğer sahnenin başlangıcında o masanın altında 5 dakikaya ayarlı bir saatli bomba olduğunu gösterirsem, en sıkıcı konuşmayı bile herkese sonuna kadar seyreder.” Şimdi, her konuşma sahnesine bir bomba koyamayız elbette ama o bombanın yerine geçecek bir merak unsuru, bir çatışma ögesi bulmak zorundayız.

Filmografinizde tür filmlerine rastlasak da genellikle tür filmi olarak adlandırılamayacak bir sinemanız var. Fakat her filminizde türler arası geçiş olduğunu görüyoruz. Özellikle de gerilim ve komediyi iç içe kullanıyorsunuz. Türler arası geçiş tercihlerinde bulunmanızın nedeni nedir? Bu durumun filmlere nasıl katkısı oluyor?

Sanırım hayata bakışımla alakalı bu. Ben hayatın her alanında sürekli trajikomik durumlar, anlar yakalıyorum. Hayatta her şey iç içe. Sinemada “tür” kısıtlayıcı bir şey, her türün kendine göre kuralları var. Sizden beklenenleri yapmanız, mesela belli aralıklarla güldürmeniz, korkutmanız vb. gerekiyor. Bense anlatmak istediğim bir hikâyeyi kendi ritmimde, kendi tarzımda anlatmak istiyorum. Seyirciyi belli reflekslere göre manipüle etmek değil, onunla iki akıllı insan gibi karşılıklı bir şeyler paylaşmak istiyorum. Kara mizahı çok seviyorum mesela ama komedi yeteneğim yok, olanlara çok hayranım o ayrı. Hayatta olduğu gibi filmlerde de zaman zaman gerilim olmasını seviyorum ama mesela korku yaratabilmek de farklı bir yetenek. Ben hiçbir şeyi çok ciddiye alamadığım için korkutamıyorum da. Filmlerim bundan sonra da hep türler arasında gezinen filmler olacak.

Büyükada ve Aşk, Büyü vs. arasındaki ilişkiyle devam edelim. Büyükada ile olan bağınızı anlatır mısınız? Aşk, Büyü vs., Büyükada’dan nasıl çıktı? Filmi neden Büyükada’da çekmeyi tercih ettiniz?

Büyükada’yı İstanbul’a 1985’te ilk geldiğim günlerde gördüm ve âşık oldum. Orada yaşamayı hep istedim. Ama bu ancak 2016’da mümkün olabildi. 2016’dan şimdi yaşadığım Glasgow’a 2020 başında gelene kadar adadaydım. Her gün uzun yürüyüşlere çıkıyordum. Aşk, Büyü vs. bu yürüyüşler sırasında şekillendi. Adanın mekânlarına göre tasarladığım bir hikâye oldu. Aslında adanın birçok yerinde geçmesine rağmen bu da bir tek mekân filmi. Adaya bir kez yerleştikten sonra bir yere çıkmadık, çok küçük bir ekip ve çok kısıtlı ekipman kullanarak hemen hemen her yere yürüyerek gittik ve filmi 12 günde bitirdik.

Sinemanızın kadın karakterleri oldukça derinlikli. İlk senaryonuz Teyzem’de ve yönettiğiniz son üç film olan Nar, Sofra Sırları ve Aşk, Büyü vs. filmlerinizde ana karakterler kadın. Sinema sektörünün erkek egemen yapıda ve bakış çoğu zaman erkeğin bakışı. Siz ise perdeye kadın bakışını taşıyorsunuz. Bu tercihinizin nedeni nedir ve sektörün erkek egemen yapısını nasıl değerlendirirsiniz?

Her zaman kenarda kalan, haksızlığa uğrayan, azınlıkta olan insanların hikâyelerini anlatmayı sevdim. İlk senaryom Teyzem’den beri yazdığım birçok karakter bu tanıma girer. Güçlülerin, galiplerin dertleri beni pek ilgilendirmedi. Kadınlar sanırım en çok bu yüzden filmlerimin ana karakterleri oldular. Çünkü tüm dünyada, en çok haksızlığa uğrayan onlar. Ama kendimi sadece kadın karakterlerle sınırlamak, “kadın filmlerinin unutulmaz yönetmeni” olarak anılmak da istemem. Toplumsal cinsiyet kalıplarının dışında düşünebilmek isterim.

Sektörden bahsetmişken dünyada ve Türkiye’de sinema sektörünün gidişatını nasıl yorumlarsınız? Sinemada izlenme rekorları kıran bazı filmleri artık perde yerine ekranlarda görüyoruz. Aşk, Büyü vs. filminiz de MUBI platformunda yayınlanmıştı. Dijital alanın sinemayı nasıl etkilediğini düşünüyorsunuz?

Aşk, Büyü vs. 2019 sonbaharında bitmişti. Ama 2020 boyunca salgın yüzünden seyirciyle buluşmak için beklemek zorunda kaldı. Biraz da günümüzün tutucu ve baskıcı politik ortamı yüzünden salonlarda dağıtım şansı olmadı. Tek şansımız dijital ortamda gösterime çıkmak oldu. Ben dijital platformlara olumsuz bakmıyorum. Şu an en çok film seyredilen yerler orasıysa, biz de sırtımızı dönemeyiz ve oraya satmak üzere film yapmak zorundayız. Ayrıca dijital kanallar dünya seyircisine ulaşmak için de çok büyük bir fırsat. Yaptığınız film anında birçok dile çevrilip birçok ülkede yayına giriyor. Ama şöyle bir durum var: Bildiğim kadarıyla uluslararası kanallar filmin tüm haklarını bir kerede satın alıyor. Türkiye standartlarında aldığınız bir ücret haricinde bir daha dünya çapında herhangi bir hak talep edemiyorsunuz. Bunun haksızlık olduğunu düşünüyorum. Ayrıca Türkiye’de üretilen içeriklerle aynı kanalların yurtdışı içerikleri arasında dev kalite farkı oluyor.

Usta bir senarist ve auteur bir yönetmen olarak senaryo ve yönetmenlik ilişkisinden bahseder misiniz?

Her yerde söylediğim gibi, sinemanın yönetmen sanatı olduğuna inanıyorum. Bir film yönetmenin zihninde doğar ve eğer yönetmen bir hayali, filme aktarma konusunda yetenekliyse, seyirciye ulaşır. Senaryo yazarı ekipten biridir. Kameraman, sanat yönetmeni vb. gibi yönetmenin bir dünya kurmasına yardımcı olan biridir ama işin asıl anlatıcısı yönetmendir. Bunu yıllarca senaryolar yazmış ve dersimi almış biri olarak söylüyorum, sadece yazarlık yaptığım dönemde de bunu işin doğası olarak kabul etmek zorunda hissetmiştim. Bu durumun sinemanın kimi alanlarında, kimi ülke ve dönemlerde istisnaları olabiliyor. Kimi durumlarda, mesela dizi sektöründe olduğu gibi, senaryocu daha baskın olabiliyor ve işin asıl yaratıcısı haline gelebiliyor. Böyle durumlarda çekim işi, metnin olabilecek en hızlı ve anlaşılır şekilde sinemaya uyarlanmasından ibaret kalıyor. Yönetmen bu durumlarda bir yorum katamıyor, daha çok teknik ağırlıklı bir eleman oluyor. Hollywood’un bir dönemi de yapımcı ve senaristlerin baskın olduğu şekilde geçmiş. Ama bu eğlence endüstrisinin üretim bandında ortaya çıkan geçici bir durum. Gerçekten fark yaratan ve çığır açan sinema, özgün bir hikâyeyi kendine özgü bir sinema diliyle aktarmayı başaran, kendi sinema dilini ve dünyasını kuran yönetmenler tarafından yapılır.