24.08.2022
ELEŞTİRİ: Unbroken
Konuk yazar: Enes HADZIBEGOVIC
Angelina Jolie’nin In the Land of Blood and Honey’den sonraki ikinci yönetmenlik denemesi olan Unbroken, sinemaseverler tarafından ilgiyle beklenmiş, yılın favori filmlerinden biri olacakmış gibi bir izlenim uyandırmıştı. Tabii ki bunda senaryonun Coen Kardeşler’e ait olmasının payı da vardu kuşkusuz. Ne yazık ki Unbroken bekleneni vermekten çok uzak yapısıyla yılın ortalama filmlerinden biri olduğunu hepimize gösterdi.
Angelina Jolie, ilk filminde olduğu gibi yine savaşı merkezine alan bir hikâye anlatıyor. Laura Hillenbrand’in romanından uyarlanan film, olimpiyat madalyalı koşucu Louis Zamperini’nin çocukluğu ve spor kariyerine çok az değinerek direk savaş anılarına geçiyor. Unbroken’ın gerçek bir hikâyeden uyarlanmış olması etkileyiciliği bir parça artırıyor ama duygusal yönden bekleneni vermekten uzak kalıyor. Bunda en büyük pay ise senaryodaki düzensizlik.
Louis Zamperini’yi çocuk yaşta görüyoruz filmin başında. Angelina Jolie ve Coen’ler Louis’in bir an önce gençlik çağına gelmesini istiyor ve bir iki senaryo hamlesiyle bunu gerçekleştiriyor. Filmin bundan sonrası genç Louis’in atletizm macerasının başlaması ve Berlin Olimpiyatları’ndaki başarısıyla devam ediyor. Fakat hayatının bu kısmı da bir an önce geçiştiriliyor ki direk savaşa geçilebilsin. Böylece Louis’i 2. Dünya Savaşı’nda Japonya ile savaşırken buluyoruz. Uçaklar, büyük patlamalar, ölümler, okyanuslar ve köpek balıkları seyirciye bir an bile soluk aldırmıyor. Böylece Louis’in hayatının tamamını değil, sadece savaş anılarını seyredeceğimiz bir biyografik film ile karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz. Bunu bir an önce anlamamız için olayı savaşa getirmekte acele eden Angelina Jolie’nin işine şeytan karışıyor. Başları hızlı geçiştirilen hikaye savaş kısmında iyice esnemeye başlıyor. Yönetmen Jolie ve senarist kardeşler filmin bütün dramatik çatısını savaş üzerine kurayım derken ortaya daha önce sinemada sık rastladığımız sıradan bir esir kampı öyküsü çıkıyor. İşkenceler, aşağılamalar ve karakterin bunlara karşı sergilediği dayanıklılık ekseninde sürüyor film. Jolie, Unbroken kelimesinin içerdiği dayanıklılığı filmin tamamında kullanmak isterken, her sahneye serpiştirdiği duygu yoğunluğunun kurbanı oluyor.
Unbroken, Nagisha Oshima’nın Marry Christmas Mr. Lawrence’ı ya da Clint Eastwood’un Letters from Iwo Jima’sının karakter ve hikâye derinliğini yakalamaktan bir hayli uzak bir film ne yazık ki. Angelina Jolie’nin kadraj bilgisi, kamerayı başarılı kullanımı ve görüntü yönetmeninin filmin ruhunu belirginleştiren titiz renk kullanımı filmi biçimsel olarak iyi bir yere konumlandırsa da aceleye gelmiş hissi uyandıran dağınık senaryosunun zaaflarını kapatamıyor. Sporcu kökenli bir askerin hayat yolundaki basamaklarını izlerken sıkıldığımız, savaşa dair bir şey söylemeyen bir savaş filmi olarak kalıyor akıllarda Unbroken. Starred Up’ta oyunculuk enerjisini oldukça başarılı bir şekilde sergileyen Jack O’Connell bu filmde de kendisine verilen başrolün altından kalkıyor kalkmasına ama filmin hedefi şaşıran ilerleyişi kendisini de şaşırtıyor yer yer. Unbroken, oyuncuların performanslarından en yüksek verimi alayım, savaşın insan ruhunda oluşturduğu tahribatı en somut şekilde göstereyim, Japon askerlerinin bütün acımasızlıklarını gözler önüne sereyim derken, hikâyenin basit geçişlerini ihmal ediyor. Bu şaşaalı anlatım hırsı senaryonun aldığı darbelerin görülmesine engel oluyor. Coen’ler sanki “Bu ısmarlama senaryoyu bir an önce yazalım da gönderelim, biz paramıza ve bir sonraki filmimize bakalım” dercesine hareket etmişler.
Angelina Jolie tarihi ve savaş türlerinde filmler çekmeye devam etmek istiyorsa önce savaşın zaten kendisinin oldukça duygusal ve trajik bir durum olduğunun, yani müzikler ve birbirinin tekrarı olan duygusal sahneleri yoğun olarak kullanmadan da hüzün duygusunun yakalanabileceğini anlamalı. Son olarak söylemeliyim ki Unbroken, savaş atmosferi yaratmakta başarısız bir film değil. Teknik işçilik ve görsellik bakımından geçer not alıyor fakat senaryosunu sıkıcılıktan bir türlü kurtaramıyor.