21.12.2016

Kötü Filmler

the fast and the furious tokyo drift

Murat ALTIN

The Fast and the Furious: Tokyo Drift

Serinin üçüncü filmi olan Tokyo Drift, Fast & Furious sevenlerinin merakla beklediği bir filmdi. Seriyi Japonya’ya taşıyan yapımcılar, hem filmi klişelerle bezemiş hem de hiçbir şey sunmayan bir senaryo ile koca bir hayal kırıklığı yaratmıştı. Sonuç da önceki filmlerin ruhuyla bütünlük gösteremeyen, iyi kotarılamamış aksiyon sahnelerinin amatörce yedirilmeye çalışıldığı bir görüntü çöplüğü olmuştu. Vin Diesel’in yalnızca son sahnede göründüğü filmin tek artısı kendi yapısına uygun müzikleri. Onlar da bu kötü teşebbüsü izlenebilir kılmıyor haliyle.

Behind Enemy Lines

Kahraman Amerikan ordusunun Bosna’da yaşadığı bir dizi saçma olaylar dizisi; filmin özeti bu. Hollywood’un nefret körükleyen filmlerine karnı tok olmayanlar için bile ‘zaman kaybı’ olarak nitelendirilebilecek kadar saçma sahnelerle dolu filmde Gene Hackman, Owen Wilson gibi kalburüstü oyuncular harcanmış diyebiliriz. Senaryosu epey zayıf olan filmin estetik anlamda benzerlerinden farkı yok; hatta eksiği var. Bazı aksiyon sahneleri o kadar gerçekçilikten uzak ki, aslında heyecan uyandırması beklenen anlarda insan gülümsüyor ve ‘buna filmi neden izliyorum acaba’ hissine kapılıyor.

Windtalkers

The Killer, Face Off gibi filmleriyle bildiğimiz John Woo bu film ile savaş filmi nasıl çekilmemeli örneğini sunmuştur kanımca. İkinci dünya savaşında pasifik cephesini anlatan filmde başrolde, 2000 sonrası düşüşe geçen ve bulabildiği her filmde oynayan Nicolas Cage yer almıştı. Amerikan savaş sinemasının çoktan tüketip bayatlaştırdığı kahramanlık numaralarını ve birçok klişeyi yeniden pişirip önümüze süren film ne duygusal anlamda, ne gerçekçilik anlamında bir denge kurabiliyor. Teknik olarak çekimler ve oyunculuk televizyonlarda görmeye alışkın olduğumuz vasat filmlerle denk, bununla birlikte filmde gördüğünüzü sorgulatacak kadar mantıksız sahneler mevcut; ancak filmin en büyük eksisi anlatılan öykünün niteliksizliği.

Issız Adam

Ülkemizin popüler yönetmenlerinden Çağan Irmak’ın altıncı uzun metrajı olan Issız Adam, bence yönetmenin en vasat filmi. Aşk, özlem gibi duygular üzerine ciddi sözler söylemeye çalışan film, hem bunu etkileyici şekilde başaramıyor, hem de başından sonuna dek yüzeysel anlatımın bir adım ötesine geçemiyor. Basit bir aşk hikayesini anlatan filmde, nedensellik ve karakter çözümlemesi adına elle tutulur bir şey yok ve oyunculuklar da oldukça yetersiz. Bunların üstüne yönetmenin Mustafa Hakkında Her Şey, Babam ve Oğlum gibi önceki filmlerindeki çekimlerin başarısını yakalayamaması sonucunda da ortaya ucuz, daha doğrusu kötü bir film çıkıyor.

Life is Beautiful

Tarihi bir olayı beyaz perdede canlandırmak sıkça kullanılan, etkili bir yöntemdir. Ancak dünya tarihindeki belki de en acı olaylardan birini alıp bunun üzerine komedi türünde bir film yapmak, nerden bakılırsa bakılsın sinir bozucudur. Bu sebeple bu baba-oğul hikayesinin, böylesine büyük acıların yaşandığı, umudun neredeyse sıfır olduğu Yahudi soykırımında değil de başka bir öyküde geçmemesi zekice değil, saygısızcadır. Bu bağlamda filmin gerçekçilikten çok uzak ve etik olarak kusurlu olduğu söylenebilir. Tüm bunlar bir yana bence filmin en dikkat çekici yanlarından biri olan Benigni’nin fedakar baba rolündeki performansı da oldukça yapay. Schindler’in Listesi, Piyanist gibi soykırımı konu edinen filmleri düşündüğümüzde, yönetmenin mekan tercihlerinin özensiz, çekimlerin oldukça sıradan olduğunu söylemek mümkün. Filmi ‘kötü’ yapan baş etmen ise yönetmenin masalsı bir anlatımı tarihin en sarsıcı ve gerçek acıların en hissedilir olduğu olaylarından birinin içine montelemeye çalışırken bocalaması; bir nevi o acı günleri getiren savaşı metalaştırma çabası. İki hikaye birbiri içinde sadece yüzeysel, pratik şekilde bağlanarak, ama asla çözünmeyerek öykünün etkileyiciliğini, sürükleyiciliğini, genel anlamda filmin tüm cazibesini yok ediyor. Geriye de izlediğimize üzülsek mi, kızsak mı bilemediğimiz boş bir film kalıyor.