02.06.2017

Filmekimi Günlükleri -5-

Dheepan (Seçil Toprak)

2015’in Altın Palmiyeli, Jacques Audiard filmi Dheepan tabii ki Cannes başarısıyla öne çıkan bir film. Aslında film başladığı anda insanı oturduğu yerden dahi rahatsız edecek yalınlıkta ve samimilikte bir anlatım söz konusu. Zaten pek yakından tanık olduğumuz, birebir şahitlik yapmak durumunda kaldığımız dünyanın çözülemeyen ve çözülemeyeceği de belli olan problemlerinden birine, mülteci sorununa, değinen film iç acıtan ama asla acındırmak istemeyen bir film. Olumlu özelliği kamerasını bir gözlemci konumuna yerleştirebilmesi. Ancak neden-sonuç ilişkisine değinmeme yolunu seçmesi sadece bir avuç insanın hayat öyküsünde sıkışıp kalması filmi bütünsellikten azade kılıyor. Özellikle final tercihi filmi izleyen/izleyecek kişilerde yapay bir tat bırakacaktır.

Filmin eleştirisi için tıklayın

 

Yeni Ahit (Seçil Toprak)

Tanrının kanlı canlı bir insan olarak yaşadığını düşünün, hatta ailesine ters davranan, kızıyla anlaşamayan, karısını umursamayan biri olduğunu… İşte böyle bir Tanrı tasviri sunuyor bize Yeni Ahit. Film, Tanrı’nın on yaşındaki kızı Ea’nın bakışından anlatıyor öyküsünü. Küçük Ea, kendine altı havari daha bulup havari sayısını on sekize yükseltmek ve Yeni Ahit’i yazmak için dünyaya iniyor ya da düşüyor diyelim. Bundan sonrası kimi zaman hüzünlü, dramatik ancak çokça komik bir hikâye olarak anlatılıyor. Tabii filmin derdi sadece eğlendirmek değil, satır aralarına gizlenen din eleştirisi de kendini hissettiriyor.

 

Kronik (Tanju Baran)

Tim Roth’un başrolünü üstlenip tüm yükünü tek başına sırtladığı Kronik; ölüm ile yaşam, geçmiş ile bugün arasındaki muğlâk çizgide yürümenin getirdiği psikolojik yıpranma üzerinden sorgulamalarda bulunuyor. Doyurucu ve izleyiciye alan açan fikri yapısı, iyi ölçülmüş senaryosu ve tutarlı yönetimiyle başarılı bir dram olmayı başaran Kronik’in sıkıntılı yönü ise ağırkanlılığı ve ketumluğu; bir avuç ceviz içi yemek için birkaç kilo ceviz kırmayı göze alanlar için biçilmiş kaftan.

 

Mia Madre (Tuba Büdüş)

Kendi de dahil olmak üzere kimseye hayrı olmayan bir anne, yönetmen, çocuk, eski eş, kardeş, eski sevgili Margarita. Durum böyleyken aksi gibi çevresindekiler ona inat hayat dolu, fazlasıyla olumlu kişiler. Böyle bir durumda Margarita, kendini yargılamaktan çok fazla kaçamıyor. Mia Madre, Margarita’nın annesinin hastalık sürecine paralel ilerleyen, kendini sorgulama sürecine gözlemci yapıyor biz seyirciyi. Bu sürece Margarita’nın toplumsal içerikli filminin çekimleri de ekleniyor. Böylece Margarita’nın rüyaları, hayalleri, çekilen film sahneleri, flashback ile tanık olduğumuz geçmiş zaman birbirine karışıyor. Seyirci olarak hangisinin gerçek, hangisinin kurmaca, hayal, rüya olduğunu kestiremiyoruz. Bu anları ayırt ederken biraz yoruluyor olsak da emin olun buna değiyor.

 

Arjantin (Tanju Baran)

Arjantin’in nasıl bir film olduğunu anlamak için Filmekimi kitapçığındaki tanıtım cümlelerin bakmak lazım:

“… Carlos Saura, bu kez geleneksel Arjantin müziğinin yüreğini açan bir belgesel sunuyor” (Belgesel değil, klip zinciri)

“Özenle kurulmuş çarpıcı dekorlar, …” (Basit bir iki pano dışında dekor kullanılmadı)

“… Arjantin’in farklı bölgelerinde çekilmiş görüntüler …” (Tamamı stüdyoda çekildi)

“… ülkenin en iyi müzisyenleri tarafından seslendirilen …” (Yerel “dengbejler” kullanıldı)

Fazla söze gerek yok, “Böyle olduğunu bilseydim …” ile başlayan cümleler kurmamanız için üzerimize düşeni yaptık biz.

 

Our Little Sister (Haktan Kaan İçel)

Dört kardeşin ayakları yere basan, hayattan renkler sunan ve insan ilişkilerine dair bir film. Özellikle film kardeşlik, dostluk temalarından yola çıkarak geçmişiyle yüzleşen karakterlerine ışık tutmaya çalışıyor. Hirokazu Koreeda yapay gerilimler yaratmadan, monoton hayatın içinden çıkardığı hikayesini, akıcı bir anlatımla verirken; öte yandan seyircinin gülümseyerek salonlardan ayrılacağı sade, hafif ama bir o kadar da tatlı bir drama imza atmış.

 

Me, Earl and Dying Girl (Onur Kırsavoğlu)

Me, Earl and Dying Girl son yıllarda çok karşılaştığımız bir konu olsa ve bildiğimiz birkaç filmden oluşan kolaj hissi verse de yarattığı bonuslar ile gayet hoş bir film olmayı başarıyor. Renklerin kullanımı ve dinamik kurgusu ile seyir zevkini de artıran film, sinema tarihinden aldığı referanslar ve bunları iyi kullanması ile de fark yaratıyor. Ağlatırken güldürme klişesini de oldukça ayarında kullanıyor ve seyircinin bağ kurmasını kolaylaştırıyor. Film bittiğinde yüzünüzde buruk bir sevinç görülebilir.

Flmin eleştirisi için tıklayın

 

Freeheld (Haktan Kaan İçel)

Olabilecek en garip gerçek hikâyelerden biri daha sinemaya aktarılmış. Film boyunca aklımda tek bir soru vardı. Nasıl bu kadar uyumsuz bir casting çalışması yapılabilir. Ancak film bittiğinde gerçek fotoğraflar gösterildiği an, filmin iyi bir casta sahip olduğu ama gerçek olayın kahramanlarının normalden tuhaf olduğunu fark ettim. Filmin en büyük kozu başrol oyuncusu Julienne Moore olarak öne çıkıyor. Michael Shannon klasik karakterler galerisinden yine benzer bir karakteri gün yüzüne çıkarmış. Diğer oyuncular ise vasatlar. Özellikle Steve Carell’ın filme dâhil olmasıyla beraber film, ciddi olmak isterken komikleşiyor. Bu da etkisini azalttığı gibi, yapaylaşmasına neden oluyor. Yönetmenin kötü performansı da eklenince film iyi bir hikâyeden, boş hazine sandığıyla geri dönüyor. Bu arada unutmadan eklemek isterim. Filmin polisiye sahneleri de ucuz duruyor. Bu yüzden inandırıcılık konusunda sorunları var.

 

Lobster (Onur Kırşvoğlu)

İnsanın en büyük çıkmazları ve en büyük sorunları en keskin şekli ile beyazperdede. Hem de olabilecek en zeki hali ile. Soğuk bir atmosfer, donuk karakterler ve bunlara ayak uyduran harika bir müzik seçimi. Bunlara bir de harika espriler eklenince tadından yenmez bir hal alıyor. Yılın şimdiden en iyilerinden olan Lobster, Dogtooth sonrası Alps’de ufak bir geri adım atan Lanthimos’un tekrar yükselişi anlamına da geliyor, hem de en hızlısından.

 

Life (Haktan Kaan İçel)

James Dean efsanesine leke sürmeyecek bir film yaratılmış. Özellikle akıcı kurgusuyla film sıkmadan ilerliyor. Dönemin ruhunu izleyicisiyle buluştururken, riske girmeyen yönetmenliği ve klasik bir konunun işlenmesinden dolayı film parlayamıyor. Bu kötü olduğu anlamına gelmiyor. Sadece çok akılda kalıcı bir filme imza atılmadığından arada kalıp unutulacak filmlere bir yenisi daha ekleniyor. Gittiğinize pişman olmazsınız. Oyuncu performanslarında adı ödül listelerinde geçen Dane DeHaan, rol için biraz abartılı kaçıyor. Fiziksel olarak da pek inandırıcı durmuyor.

 

Carol (Haktan Kaan İçel)

Sanat yönetimi, müzikleri ve oyunculuklarıyla adından söz ettirebilecek olan Carol, filmin ihtiyacı olan en önemli özellik olan duyguyu vermeyi başaramıyor. Cate Blanchett ve Rooney Mara arasındaki kimya birbirine tutmadığı gibi, aralarındaki ilişki yapay duruyor. Bu tip bir filmin içinde de duygusuzluğa yer olmadığını düşünürsek; seyirciye beklediğini veremiyor. Yönetmen Todd Haynes bir nevi önceki filmlerinden Far From Heaven’ın uzaktan akrabasını yaparak sinemasında tekrara düşüyor.

Filmin eleştirisi için tıklayın